Fibromiyaljiye Siz Sebep Oldunuz!


Fibromiyaljiye Siz Sebep Oldunuz!
Önsöz

Uzun süre, baş, boyun, omuz ve sırt ağrıları yaşamış ve şimdi oldukça ilerleme sağlamış biri olarak birkaç şey aktarmak istiyorum. Fibromiyaljideki esas konunun istem dışı kasılmaların yol açtığı somatik ağrılar olduğunu farz ve kabul ediyorum. Kasılma bir savunma refleksi ise ve tehlike / tehdit anında beynimiz ya da kaslarımızın hafızası tarafından verilen ‘kasıl’ komutu ile bu sürece giriyorsak, eksik duygu ve kas kontrolü yeteneğinden dolayı da çıkamıyoruz diye düşünüyorum. Öyleyse bir mekanizma bu kasılmayı ya başlatıyor ya da sürekli ayakta tutuyor. Kişi de zaman zaman bilinçdışında (bilinçaltında) bu tehlikeyi hissediyor ya da tehlike hissetmediği bir an bile yok, ya da tehlike geçtiği halde kaslar ‘Bana ne, ben alıştım ve kasılırım’ diye şımarıklık yapıyordur. Belki de bu olumsuz ruh hali kişi için geçmişte standart çözüm yöntemi olmuş ve artık işe yaramadığını göremiyor ya da başka bir yol bulamıyordur. Böyle yaparak geçmişte kendimizi bazı tehlikelerden korumuş, ya da affettirmiş ve böylece de alışkanlık kazanmış olabiliriz…
Belki ruh halinizin (beyninizin) ‘varsayılan değeri’ gerginlik halidir. (Türbülansta koltuğa yapışma anı gibi). Beyniniz, tıpkı adrenalin bağımlılarında olduğu gibi bu gerginliği sağlayan salgı hangisi ise onu salgılamadan duramıyordur. Belki de beyniniz o sakin ruh halinin nasıl bir şey olduğunu hiç tatmamıştır, ya da unutmuştur ve nereye adım atacağını bilemiyordur…
Belki de siz yaşam genelinde gereksiz ya da aşırı sorumluluk almışsınızdır, doğanız daha basit bir yaşama uygunken siz tutup aşırı riskler taşıyan, çözüm de bulamadığınız ama sürdürmek zorunda olduğunuza inandığınız zor bir yaşam sürüyorsunuzdur. Belki de kendi isteğinize göre değil başkalarının sizden beklediğini düşündüğünüz (aslı olmayabilir) bir sahte kurguyla yaşıyorsunuzdur…
Sebep hangisi olursa olsun, hayat mükemmel değildir, herkes benzer tehlikeler yaşıyor ama aynı tepkiyi vermiyor. Yani bu durumu siz yarattınız ve öyleyse siz bozacaksınız. Kaplan ormanda o kadar çok tehlikeye maruz kalmasına rağmen ‘oralı olmayarak’ strese girmeden, kendini kasmadan yoluna devam edebilmektedir. Türbülanstaki hostes te öyle, hiç oralı değil. Belki de öğrenmeniz gereken içinizdeki kaplanı uyandırmaktır…
Yazı uzun gibi gözükebilir, sebebi hangi konuların size denk geldiğini taramanız içindir. En az bir iz düşüm olduğunu fark etmeniz halinde bir çıkış yolu aramaya başlayabilirsiniz. İçerikte bahsedilen konular birer kişisel tecrübe ve araştırma kaynaklı farkındalık çabası olup bilimsel bir iddia yoktur. Psikosomatik ağrılarda en çok üzerinde durulması gereken konunun, ‘gizli endişe’, ‘suçluluk’ ve ‘korku’ duyguları olduğunu, bunun da temel güven duygusuna kadar uzanacağını düşünüyorum…
                                                                                                                                H. Ali YILDIRIM

Söyleşi
Fibromiyaljiye Siz Sebep Oldunuz
Yine Siz Çözeceksiniz

Bir türlü iyileşmeyen ağrılarla tanımlanan Fibromiyaljiniz var ise muhtemelen bilinçaltında depolanmış ve çözülmeyi bekleyen bazı meseleleriniz de var demektir. Bu meseleler size bilinçaltından hitap ediyor, “yüküm ağır, benimle ilgilen” diyor ama su yüzüne çıkamadığı için psikosomatik dediğimiz baş, boyun, sırt, bel ağrıları olarak alarm veriyor diyebiliriz…
Bir Yaklaşım Tarzı: Muhtemelen geçmişte bir şeyler yanlış gitti ve siz oralı olmamayı başaramadınız ve kafaya taktınız ama dışarıya böyle gözükmek istemiyorsunuz. Kaplan da ormanda bin türlü tehlike ile karşı karşıya ama o her seferinde ‘oralı olmayarak’, zihninde alan açmayarak durumun üstesinden geliyor. Acaba sizin de içinizdeki kaplanı uyandırmanız mı gerekiyor? Oralı olmamak meseleye hiç bulaşmamak demektir; Acıma, suçluluk, borçluluk, gibi dürtülerle önce derin bir empati kurup sonra da başkasına ait acıyı, sorunu ya da meseleyi içselleştirmiş iseniz, üzerinize farz olmayan sorumluluklar almış iseniz, sonradan ‘oralı olmama’ yoluna girmeniz biraz çaba gerektirecektir. Çünkü artık mesele çöreklenmiştir ve sizi yönetmeye başlamıştır, otomatik olarak ta tekrar etmesi muhtemeldir. Bunları görmek için iç görü yeteneği kazanmak gerekebilir…
Zihninizde bir yer açıp aşağıdaki halleri canlandırmaya çalışın…
Kendinizi bir uçakta düşünün, bir an türbülansa girdiniz ve koltuğa yapıştınız. O anki duygularınıza ve bedeninize bir göz atalım: Muhtemelen, elleriniz koltuğu sıkıca kavramış, ayaklar fren yapar gibi gergin, omuz kasılmış, vücut komple gergin ve içinizde korku, endişe, kurtulma isteği ve kalp çarpıntısı vardır, inancınıza göre de “Eşhedü enla…’ diye başlayıp sonunu getirmeyebilirsiniz. Bu duruş 10 dk sürerse, başınızda, daha uzun sürerse başka yerlerinizde bir ağrı başlayacak, nefesinizden bile keyif alamaz hale geleceksiniz. Bu gerilim 1 saat sürerse ya alışırsınız ya da zıvanadan çıkarsınız. Bu duruşa ‘Kasılma’ diyelim. Tehlike anı baş göstermiştir ve aşırı duyarlı beynimiz olayla duygusal bağ kurmuş, tetikleme ile fiziksel ve kimyasal reaksiyonlar geliştirmiştir. Fibromiyaljiyi bu duruşun yıllara yayılmış hali gibi görerek işimizi kolaylaştırabiliriz…
Uçakta bir maymun olsaydı belki de o bu durumdan çok hoşlanacak ve türbülans boyunca eğlenecek, oyun oynayacaktı. Bu duruşa da ‘Coşku’ diyelim…
Oysa aynı şartları yaşayan hostes, ikisi de değil ve umursamaz bir şekilde işine devam ediyor olacaktır. Bu duruşa da ‘Nötr Duruş’ diyelim. Bu duruş, bilinç dışındaki tehlikeye ilişkin kayıtların tetiklediği duygu ve ona göre de beynin tetiklediği salgı ile ilgilidir, arkasından beden kendini buna göre ayarlıyor dersek çok yanlış olmaz. Siz tehlike algıladığınız için otomatik olarak gerildiniz, daha bunun bir tehlike olup olmadığını bile sorgulamadan. Hostes, o an olanlarla ilgili duygusal bir temas kurmuyor, ‘Oralı olmama’ kuralını uyguluyor ve rahat ediyor. Çünkü dip kayıtlarda bu yazılı… Ama onlar eğitimli, o yüzden öyleler diyebilirsiniz. Evet, konu da bu zaten siz de kendinizi eğitip oralı olmamayı öğrenebilirsiniz…
Şimdi canlandırmadan çıkabilirsiniz, çünkü artık bilinciniz gerekli.
(Böylece fantezi ile realite arasında gidip gelmiş oldunuz, bu ayrımın her zaman farkında olmamız gerekir)
Zihinsel Duruş Şekli: Fibromiyalji yukarıdaki ‘Kasılma’nın uzun sürmüş hali gibi diyerek işi kolaylaştırmıştık. Bu duruşun Elbette arkası boş değildir ve bunların tamamına yakınının duygularımız ve kas hafızasından dolayı otomatik olarak gerçekleştiği görüşleri vardır. Yani kasılma anımızda aslında içten ya da dıştan olumsuz duygu / enerji bombardımanı yaşadığımızı inkâr edemeyiz. Öyle olmasa kaslarımız kasılmazdı. Sevgisizlik, korku, endişe, suçluluk, çaresizlik, deşifre olma ve yakalanma riski, bazı tetikleyiciler arasında sayılabilir. Bu duygular arasında bir hiyerarşi yapsaydık, çizelgenin olumlu tarafında en başta sevgi, olumsuz tarafın en başında da nefret gelirdi diye düşünüyorum. Sevgi nefreti yenebiliyor, nefret te sevgiyi. Sonuçta içinizde iki kurt sürekli var uluyor, siyah ve beyaz kurt. Hangisinin galip geleceği sizin hangisini beslediğinizle ilgili… Negatif düşünmek, olumsuz bir konuyu gündemde tutmak, yani enseyi karartmak siyah kurdu beslemek anlamına geldiği gibi, mevcut halinizden hoşnutluk duymanız, beyaz kurdu beslemek anlamına gelecektir. Bu olumsuz yanlardan memnun olmak anlamına gelmiyor. Olumsuz yanlarımız var ise, üstünü örtmeden ‘Olsun kimse mükemmel değil, bunu düzeltmek için çaba sarf edebilirim, bunun için karamsar olmaya gerek yok’ duygusunu (düşüncesi demiyorum) içselleştirebiliriz[1]. Ortalarda, Polyanna ile Bezgin Bekir arasında bir yerde durmak ta, gri kurt beslemek olacaktır, bu hostes duruşunu anımsatıyor… ‘Hostes Duruşu’ bir kalıp olarak aklımızda dursun…
Muhtemel İç Tetikleyiciler
Temel Güven Duygusu: Bu duygu güvenmek değildir. Güvenip güvenmeme yeteneğinin altyapısıdır. Bu varsa güvenmeyi ya da güvenmemeyi seçebilirsiniz, bu yoksa hangisini seçtiğinizin bir anlamı yoktur. Anlaşılması için şöyle diyelim: Girişimci ruha sahip olmak başka bir şeydir, girişim yapmak başka bir şeydir. Girişimci ruh taşımadan da girişim yapabilirsiniz ama ne sonuç elde edeceğinizi siz düşünün. Temel Güven Duygusu da böyle bir şeydir, bu olmadan güveniyor ya da güvenmiyor olmanız bir şey ifade etmez ve aslında tüm diğer duygular bunun üzerinde yükselir. Binanın temeli gibidir, temel çürükse üzerine ne dikerseniz dikin ayar tutmaz. Bunu hayata gözlerimizi açtığımız andan itibaren kazanmaya başlarız. Ilık ve sevecen ana rahminden soğuk ve karmaşık dünyaya adım attığımızda, yeni ortam bizi gerer, korku ve endişe ile çığlık atmaya başlarız… Burada ki korku hayatta kalıp kalmama korkusudur. Bebek ruhunda neler olabileceğini kestirmeye çalışın, bir ölüm kalım meselesidir ve yapılacağı hakkında en ufak bir fikri ve çaresi yoktur. Çaresizliğin dip noktasıdır burası, yaşamanız başka birilerinin insafına bağlıdır. Bazıları ilahi olarak bununla görevli olsa da sizin bundan haberiniz yoktur, en azından bilincinizde değildir. Çığlık sebebi bana göre budur… Ne zaman ki biri bizi kundaklayıp[2], anneye verirler ve anne tekrar kucağına (temsili rahim) alıp emzirir ve de ilk siyah kakayı atarız, o zaman hala güvende olduğumuzu hisseder, ölmeyeceğimizi anlar ve sakinleşiriz. Bu ilk an ve bebeklik dönemini atlatıncaya kadar anneden alacağımız zamanında ve yeterli (ne abartılı ne savsaklanmış) ilgi ve bakım, temel güven duygumuzu pekiştirecektir. Daha sonraki yaşamımızda kendimizi nasıl hissedeceğimiz, bu safhayı nasıl geçirdiğimizle ilgilidir. Çocukluk ve ergenlikte katacaklarımız da elbette etkilidir, o konu ayrı. Eğer bizimle kimse ilgilenmedi ve uzunca bir süre böyle kaldıysak ayni savsaklandıysak, bir tür sıkıntı bizi bekliyor olacaktır. Bu safhayı eksik yaşamış olanların ebeveyn suçlaması başka sıkıntılara sebep olacaktır, bu yüzden ‘Bana düşen buymuş, bildiği kadarını yapmış’ deyip içten helalleşmek en doğru yaklaşım olacaktır… Bu yönü eksik olan insanlar maskeleri ile kendilerini ne kadar gizlerlerse gizlesinler, açlığı hissedeceklerdir. Dünyanın en adil yönetimi altında olsalar, sosyal güvenlik statüleri en yüksek dereceden olsa, kalelerin içinde yaşasalar, 7 kuşak yetecek paraları olsa, bir türlü temel güven duygusunu hissedemezler, ta ki farkına varıp bir şeyler yapıncaya kadar…
Anne Faktörü: Uzun bir konudur, meraklı iseniz ‘Anne Faktörü’[3] adlı kitabı Amerikan ve Hristiyan motifleri ayıklayarak okuyabilirsiniz, ama örnekle sınırlarsak, ‘Süpürge Saçlı Anne’ klişesini kullanan anneler ve nereye gitseniz, ne yapsanız peşinizi bırakmayan ‘Ahtapot anne’ ye sahipseniz muhtemelen bazı şeyleri çözmeniz gerekecektir. Birincisinde kemikleşmiş ‘suçluluk duygusu’, ikincisinde ‘öfke’ sorunu sizi sarmış olabilir ve neden öyle olduğunuz bir türlü anlayamıyorsunuzdur. ‘Kontrolcü Anne’ ise sizi uçamayan bir kartal haline sokabilir. Tüm bunlar size bilinçaltında hitap edecek, kendisiyle ilgilenilmediği için de baş, boyun, sırt, bel ağrıları olarak alarm verecektir… Bu konu araştırmaya değer. Çünkü gelecek yaşantımızı, kim olduğumuzu hep anneler belirler. Bebekken öğrendiği ‘iç anne ile sanal ilişki kurma’ yeteneği sayesinde durumu idare edermiş. (Buradan sanal alem bağımlılarının ne olduğunu anlayabiliriz, bebek te sanal bir ilişki yaratıyor idi.) Bu yetenek oluşmadıysa arıza var demektir. Yetişkin bir insan yaşamı boyunca her 5 dk da bir anne özlemi duyarmış.[4] Her anne özlemi duygusu geldiğinde, anne sevgisi tatmamış olanlara, göğüs sızlaması, boyun büküklüğü, mahzunluk, kimsesizlik gibi yan duygular eşlik edebilir. Diğerleri ise bebekliklerinde öğrendiği gibi sanala geçip, herşeyin yolunda olduğu hissiyle yoluna devam edecektir. Bu konu aşağıdaki ‘Ayrışma’ konusu ile iç içedir. Ayrışmayınca Simbiyotik kalıyoruz ve bu durumda bağımlı ya da doyumsuz yaşıyoruz. İkisi de anne-çocuk ilişkisinin yerinde olmadığı sinyali verir… Daha sonraları eşini anne ya da baba yerine koyma eğilimleri çıkması bu açlıktan olabilir. Bazı erkeklerin ve bazı kadınların sürekli eş değiştirmesine bu açıdan bakmak mümkün. Bitmeyen açlık… Atasözü: Anasının doyuramadığını kimse doyuramaz… Annenizle ilişkiniz iyiyse, kendinizle de ilişkiniz de iyidir, değilse kendinizle kavga ediyor ya da sızı çekiyor olma ihtimaliniz yüksek… Anneyle uğraşmak zordur, helalleşmek ve ‘Oralı olmamak’ en iyi çözümdür…
Baba Faktörü: Benzerini ‘Koruyucu kollayıcı, referans olucu, şefkat sunucu, yön bulmaya yarayan bir kutup yıldızı’ anlamında baba için de düşünebiliriz. O yoksa ya da yapamadıysa hayatta bir şekilde pusula noksanlığımız oluşmuştur. Ne yöne gideceğimizi (aynı yön olması gerekmiyor) ona bakarak buluruz. O yoksa uzayda boşlukta dururuz. Hangi yöne giderseniz gidin o başlangıç noktasıdır, başlangıç olmayınca yol ve yön de olmaz. Şöyle düşünün ormanda kayıpsınız. Hangi yöne gitmeden önce nerede olduğunuzu bilmek zorundasınız ki karar veresiniz. Yoksa nasıl adım atarsınız, adım attıkça durum daha da kötü olur. Bunun için size kutup yıldızı lazım ki yön bulabilesiniz. Babanızla bağ kuramadıysanız, kavgalıysanız veya onu sildiyseniz durumunuz bu olacaktır. Baba yaşamı temsil eder onunla ilişkiniz iyi değilse yaşamla da iyi olmayacaktır. Ondan korktuysanız yaşamdan da korkacak, onu sevmediyseniz yaşamı da sevmeyeceksiniz. Onu seviyor ve gönülden bağlıysanız yaşamı da böyle seviyor ve yaşama sarılacaksınız demektir… Onun başınızı ya da sırtınızı sıvazlamasını tatmadıysanız, şefkatini almadıysanız, bu bölgeleriniz sızlıyor olabilir, bunun için hostes duruşu yapamıyorsanız tabii…
Ayrışma Duygusu: Margaret MAHLER’in ayrışma teorisi konusunu Erik ERIKSON ‘Kimlik ve Yaşam Döngüsü’ adlı eserinde, 2. Evre olan (18 ay-3 yaş) “Kendi olmak ya da Şüphecilik / Utanç” başlıklı bölümde anlatıyor.[5] Detaya girmeden fikir vermek istersek şöyle: Doğduğumuzda önce anneye bağlanıyoruz, emme safhasında kendimizi anneyle aynı kişi zannediyoruz. İlk farkındalık bebeğin emerken birden başını geriye atarak anneye bakması ve mecaz olarak “Aaa, bu ben değilim” demesiyle başlıyor. Sonrasında evde sürünme ve sıralama esnasında, kendine göre kilometrelerce uzaklaşıyor ve arada dönüp anneye bakıyor, bu ayrılık hakkında yorum bekliyor. Özerk hareket etmeye çalışıyor. Buradaki anne tutumu geleceği belirliyor. Eğer anne alkış ve kutlama durumundaysa bebek cesaret topluyor ve anneden uzakta olmanın yanlış olmadığını ve hala mutlu olabileceğini öğreniyor. Yok, eğer anne ilgisiz ya da başına bir şey gelir diye endişe ve korku duyguları saçıyorsa ürkek, çekingen, cesaretsiz ve içe dönük kişilik temeli çıkıyor. Annesi de 6 yıl sonra ilkokul kapısında bekçilik yapıyor. Ya da merdivene çıkmanın tehlike olduğunu ima etmek için atılan anne çığlığı, ileride başarılı iş adamını uçağa binmekten alıkoyuyor. Bebek anneden uzağa mı, anneye doğru mu süründüğüne göre, içe dönük veya dışa dönük ayrımının temeli atılıyor. Ortada hiç anne yoksa kendi başına mahzun ve anlam veremediği bir ruh hali geliştirebilir. Erik ERIKSON’a göre bebek ya kendi olmayı öğreniyor ya da öğrenemeyip şüpheci-utangaç bir kişilik temeli atıyor. Kendisi ayrışmamış olan anne elbette çocuğunun ayrışmasına da izin vermeyecektir, bu istem dışıdır. Bu tür kişiliklerin eşleri ile de benzer ilişkiler kurma eğiliminde olması kuvvetle muhtemeldir. Bu dönemden kalmış olabilecek anne ihmalleri veya aşırılıkları insan duygu dünyasında türlü etkiler yaratmış olabilir…
Sevgi: Yine doğumla birlikte kazandığımız, yaşamın ilerleyen evrelerinde değişik şekillere giren ve ancak benzer frekanstaki insanlar tarafından çözülebilen bir duygu. Farklı frekanslar taşımamız nedeniyle bazen gelen sevgiyi alamadığımız, bazen de gönderdiğimiz halde işe yaramadığı haller olabilir. Mesele kodlayıcı ve dekoderlerin aynı frekansta çalışıp çalışmadığıdır. Bu da kişinin gelişimi, yaşam şartları, kültürü ve başka etkenlerle ile ilgili olabilir. Mükemmeliyetçilerin ve sayısal düşünenlerin sevgi yoksunu kaldığı hep bir arayış içinde olduğu bir varsayımdır ama kuvvetlidir.[6] Doğumla birlikte terk edilen (Bizim kültürümüzde camii avlusu idi ama artık çöplüklerde de rastlanmaya başladı) bebek ölümlerinin çoğunluğunun açlıktan ve susuzluktan öldüğünü zannederiz. Oysa uzmanlar”[7] maksimum açlık ve susuzluk süreleri hakkında yaptıkları araştırmalarda çoğunlukla sebebin bu olmadığı, sevgisizlik olduğunu tespit etmişler. Mesele bebek için sevgisizliğin ölümcül olduğudur. Yani o zaman hiç sevilmemiş olsaydık çoktan ölmüştük… Bu dönemde sıkıntı çekilen konuların başında bebek sevgisi geliyor. İdeal olan ilginin yerinde zamanında ve sevecenlikle yapılması ama rastgele aksatılarak bebeğe ‘yoksunluk eğitimi’ verilmesi gerektiğini Erik ERIKSON söylüyor. Bebek anne buluşmalarının, arada bir düzensiz olarak eğitim maksadıyla aksatılmasının gereklidir diyor. Sebebini, bu eğitimle bebeğin anne yokken sanala geçip, onun imgesiyle avunmayı ve anne yokluğunun bir ölüm kalım meselesi olmadığını, bir süre sonra her şeyin tekrar yoluna girdiğini öğrenmesine bağlıyor.[8]
Sevgi Açlığı: Çocuklukta sevgi açlığı yaşamış çocukların, genelde omuzları düşük, göğüs ve omuzları sızlak, mahzun ve hep gizli bir beklenti içinde olduklarını gördüğümüz gibi, aşırı agresif, nefretçi, kıskanç ve haset olanlarını da görebiliriz. Yine iki marijinal ucu örnek verdim arada binlerce değer vardır. Yani siyah ve beyazı söyledik ama olması gereken yer gri alan, yani ne Külkedisi ne de Gaddar Davut, ikisi de zararlı… Böyle bir durumda, önce iç görünün ne olduğunu öğrenip içimize bakmalı, kendimize dürüst olmalı, kendimizi kandırmak için kullandığımız tülbentleri açmalı, önce kendimize itiraf etmeli, bu duyguya sahip insanları gözlemlemeli, destek almayı bilmeliyiz…
Bağımlılık ve Doyumsuzluk: Sevgi konusuna girmişken bağımlılık konusundan bahsetmemek olmaz. Önce bir beylik cümle yazalım: Yine uzmanlar “Fiziksel ya da duygusal tüm bağımlıkların kökeni annedir” [9] diyor. Bunun içine seks, madde, sigara, alkol, kişi, cisim, para, kumar ne koyarsanız koyun. Buradan hem anneden ayrışmamayı hem de annenin çocuğu kendine bağımlı kılmasını anlayabiliriz. Anneden ayrışamayan, ya da anneye bağımlılığı yenemeyen insanların anne açlığı çekebileceğini ve bu açlığın bazı semptomlar yaratabileceğini hatırlamamız gerekiyor. Bu konuda fikir sahibi olmak için “Bağımlılık ve Doyumsuzluk[10] isimli yazıya göz gezdirebilirsiniz. Konunun ciddiyet derecesine göre duygusal bazı sıkıntılar olabileceğini ve bunların halledilmemesi neticesinde baş, boyun, sırt ve bel ağrıların yaşanabileceğini, bir olasılık dâhilinde söylemekte yarar var.
Kim Olduğumuz: Burada bahsedilmesi gereken bir de “Kendilik” konusu var, İngilizcesi “Self”. Kimileri buna ego, benlik vb. de diyor. Bu bizim içimizdeki bizim kim olduğumuzu tanımladığımız yer. Onu kelimelerle anlatamayız, ancak bir resim, bir imge gibi durur içimizde. Yunus Emre’nin “Bir ben var bende benden içerü” dediği yerdir. Onu da kendimiz örüyoruz ve kimliğimiz bunun üzerine biniyor. Buna Erikson, “Kim olduğumuz hakkındaki kesin kanaatimiz” diyor. Eğer kim olduğumuz hakkında böyle kesin bir kanaat taşımıyorsak o zaman, sorunlar başlıyor, kimlik olmadığı için ilişki ve sosyallik te olmuyor, bocalamalar ve hayatla baş edememe bizi depresif sıkıntılara sokuyor ve uzun sürerse “regresyon” denilen hayatın ilk evrelerindeki duygu seviyesine inip iş iyice değişebiliyor. Kimliğimizi geliştirirken, cinsiyet, kültür, inanç ve rol gibi unsurlar kullanılıyor. Bunu yaparken de “her şey tersi ile kaimdir” sözünü doğrular biçimde “oluşturucu öteki” (kim olmayacağımız figür) kavramından yararlanıyoruz. Mesela, erkek isek kadını, kadın isek erkeği bilerek ve o olmayarak kimlik örüyoruz. Cinsiyet gelişiminde 3 yaşlarında karşıt cins ile oynarken birbirinin anatomisini keşfederek kendininkini içselleştirme, aynı dönemde erkeksek anneye, kız isek babaya aşık olma, ilk cinsel dürtüleri keşfederek (Infantile Genital Excitement), ergenlikte karşıt cinsle platonik duygular geliştirerek kimlik örüyoruz. Aşırı kollayıcı ve yasaklayıcı aileler ile rol kargaşası olan ve kimin hangi rolde olduğu belli olmayan ailelerde bu gelişimin sekteye uğradığını, ileriki yaşamlarda kimlik sorunu yaşanabileceğini hatırlamalıyız…
Diğer Yanımız: Özetle her erkeğin bir kadınsı yanı, her kadının da bir erkeksi yanı olduğunu anlatan Carl Gustav JUNG, psikolojiye ruh eklemiş ve tüm insan ırkının ruh yoluyla birbiri ile iletişimde olduğunu belirtmiş, hatta geçmiş nesilleri de buna eklemiştir. Yani bir şeyi planlamadan hiç tanımadığımız büyük büyük babamızın, ya da büyük büyük annemizin isteğine göre yapıyor olmak gibi bir durumdan bahsediyor. ‘Dedemin yediği erikler dişimi kamaştırıyor’ atasözümüz bunu anlatıyor. Jung’un kuramına göre, biz anne karnına yeni düşmüşken cinsiyetimiz belli değildir ve bir süre sonra bu belli olunca erkek ve kadın bölümlerimiz ayrılır. Doğumla birlikte bizi yetiştirenlerin yüklediği enerjiye göre de (Elbise renkleri, oyuncak cinsi, vb.) cinsiyetimiz gelişir, cinsiyetimize göre de kimlik geliştiririz. Bu gelişme esnasında erkekler dişi yanlarını ‘anima’ olarak, kızlar erkeksi yanlarını ‘animus’ olarak arka plana iterler ve ön plana aldıkları kısmı geliştirip parlatırlar. Erkeğe göre anima veya kadına göre animus gölge denen yerde kalır ve gelişmez, ama ‘oluşturucu öteki’ olarak denge unsurudur ve bulunması gerekir… Genellikle kadınların ruh ikizi dediği şeyin, gölgede sakladığı bu animusu çağrıştıran kişi olduğu söylenir. Bir bakıma ‘ben erkek olsaydım böyle olurdum’ dediği tipten bahsediyoruz…
Rol Model: Bilindiği gibi, cinsel kimlik örme işlemi esnasında bir de rol model gereklidir. Aile çevresinde bu modeller, erkek için baba, amca, abi, dayı, vs, kız için anne hala, teyzeye ilaveten her ikisi için de komşu, aktör, politikacı, milli lider olabilir. Ülkemizin geniş grup anlamında erkekler için öykünecek bir milli erkek kahramanı var iken, kadınlar için milli kadın kahraman yok gibidir. Mesela batı toplumlarında, Nightingale bir dişi rol modeldir. Biz de olmaması, çocukluklarında bazı kızları istem dışı aynı erkek rol modelini seçmeye zorlamış olabilir. Kara Fatma diye bir model vardı ama o da erkek rolünde olmuştu. Bu ters öykünme kimlik örmede anima ya da animustan hangisinin ön planda olacağının karıştırılması anlamındadır. Dolayısı ile Türk kadınının Avrupa ve Asya kadınlarına göre dişiliği öne çıkarmada daha kaygılı olduğunu düşünmeden edemiyorum... Sanki dişilik çok önde olursa olumsuz sıfatlar yakıştırılacakmış gibi bir kaygı. E, cinsiyet dişi, ne önde olacak ki, erkeksi yan mı?  ‘Erkek gibi kadın helal olsun’ teşvikinin yaygın olmasının kadın kimliğine ne kadar zarar verdiğini tahmin bile edemeyiz… Dişil enerji ve hormonla donatılı bir insanın bu enerjiyi ve hormonları gereği gibi kullanamamasının, enerji blokajına ve arkasından meme ve rahim kanserine ve histerik krizlere kadar ilerleyen rahatsızlıklar yaratabileceği yine literatürde yer alıyor. Buna Kara Fatma öykünmesi de sebep olmuş olabilir. Uzun süren savaşlarda erkek nüfusu azalıp kadınların çoğunun erkek rolüne girmiş olabileceğini eklemek zorundayız. Erkek için de prostat kanserinin benzer enerji blokajından kaynaklandığı görüşleri var…
Ebeveynin Ebeveyni Olmak: Anneye annelik, babaya babalık yapmanın ters kimlik olarak zor bir durum olduğundan bahsedebilirim. Nehrin yukarıya akması gibi düşünebiliriz. Bunun aşırılığı durumunda, yaşamı hep tersten okuyup, her şeyin tersini yaparak ebeveyne zarar verme eğilimi de baş gösterebilir. (Haksızlığa karşı tepki). Sonuçta Rol kargaşası ortaya çıkmakta ve böyle bir ailede büyümenin (ya da büyüyememenin) zor sonuçları doğabilir. Böyle bir terslikte büyümüş olmak ta yaşanılan duygusal travmaların şiddetine bağlı olarak fibromiyaljik ağrıların temeli de olabilir. Bir ailede ebeveynin çocuklardan birine yaslanmayı tercih etmesi ve bu kişinin durumu bilinçsizce kabullenip boyunun çok üzerinde sorumluluk almasının nasıl bir travmaya yol açacağını kestirmek zor değil. Elde edilecek şey, eksik kimlik, kendini tanımlayamama, kim olduğu hakkında bir kanaat edinememe gibi konulardır. Strese ve depresyona bile sebep olabilecektir. Duygularınızın ebeveyne mi size mi ait olduğunu ayıklamaya başladığınızda kendinizi pirinçten beyaz taş ayıklıyormuş gibi hissedebilirsiniz…
Kimlik Parçaları: Seminerde öğrendiğim başka bir konu ise, kimlik parçalarımız olduğu ve bunun bir bütün oluşturduğu, karşımızdakinin kim olduğuna göre bunun yalnızca bir dilimini kullanması gerektiğidir. Verilen örnek şu idi. Çocuğunuza baba, eşinize eş, öğrenciye öğretmen gibi davranmak zorundasınız ve buna uygun kimlik parçaları seçmelisiniz ki işler karışmasın… Tersi duygu karmaşası olabilir… 
Dokunma Eksikliği: Baş ve sırt okşama, bu yoksunluğun en büyük ilacıdır ancak bunun sevgi yüklenen bir kıvamda yapılması ve alıcının da bunu layıkı ile alması gereklidir. En çok çocuklar bilir kıymetini ve en değerlisi babadan gelendir. Bunu almadan büyüyenler, ya agresif ve duygusuz ya da çökük ve sinik kalmış olabilir. Boyun, sırt ve bel ağrılarını bunlarda da görmek mümkün…
Korku: Korkuların efendisi ölüm korkusudur, tüm korkular eninde sonun da ölüm korkusuna hizmet eder. Doğumdaki ‘Hayatta kalabilecek miyim’ korkusu eğer bilinçaltında yapışık ise biz onu bilincimizle tanıyamayız. Ölüme karşı bir barışıklığınız varsa diğer korkularda efendileri ile birlikte yok olacaklardır. Diğer korkular efendisi olmadan hiçbir şey yapamazlar… Ölüm olgusu ile içten barışık iseniz; Aç kalır mıyım, iş bulur muyum, terfi eder miyim, hasta olur muyum, utanır mıyım, ceza alır mıyım, ayıplanır mıyım, bana kızarlar mı, alay ederler mi korkuları sizi etkilemeyecek, muhtemelen başa gelen çekilir diyeceksiniz. Bu arada yaşayacaklarımız da işin tuzu biberi olacaktır. Bilinçaltında saklı durup bizi oyalayan ama kendisini göstermeyen bu sinsiyi (Ölüm korkusunu) fark etmemiz ve onunla iç dünyamızda yüzleşip barışarak yolumuza devam etmemiz gerekir. Ancak somatik ağrılara sebep olmayacak kadar da tedbirli olmak gerekebilir. ‘Polyanna ile Bezgin Bekir ortasında bir yer burası… Ölüm korkusu meselesini kime sorsanız bende yok der, pek azı korktuğunu itiraf eder. Korkmam diyenlerin çoğu da duygu dünyasında içselleştirmeden, bilinç düzeyinde akıl ve mantıkla söylüyordur. Püf noktası ise söze dökmeye gerek kalmadan, duygu dünyasında içselleştirip, her an olabileceğini kabullenip bu şartlar altında nasıl yaşamak istiyorsak öyle yaşamaktır. Burada inanç devreye giriyor o konumuz değil…
Endişe: Çoğu zaman sebebini bilmediğimiz bir endişe içinde yaşarız ve bir telaşe müdürü gibi yaşarız. Hiçbir zaman da bunun ne var olduğunu ne de nereden kaynaklandığını düşünürüz. Düşününce de bilinçaltı dediğimiz zihnimizin karanlık bir yerindeki depodan geldiğini akıl edemeyiz. Burada ne tür bir kayıt ile saklandığını ve yaşamımıza nasıl karıştığını pek çözemeyiz. Çözmek için önce farkındalık sonra özel bir çaba gerekiyor ve burası düzenlendiğinde aslında yaşam da kendiliğinden düzeliyor. Burası ROM gibidir neyin silinip neyin silinmeyeceği, nasıl silineceği uzman işidir. Uzmana güvenemiyor ya da acemiden zarar görmek istemiyorsak kendimiz ara sıra geçmiş anılarımızı su yüzüne çıkarıp kendi kendine telkinle onunla helalleşip vedalaşabiliriz…
Örnek-1: Okuduğum bir kitapta terapist şu örneği vermişti. Bir seferinde yeni emekli olmuş bir polis memuruna, ‘Gereksiz endişe, stres, tedirginlik ve huzursuzluk’ şikayeti ile terapi uygulamaya başlamış ve görüşmeler yaklaşık altı ay kadar sürmüş. Sonunda terapist olayın nedenini saptıyor. Çözüm olarak belinin sağ tarafında sürekli bir bel çantası taşımasını, içine yaklaşık 500-1000 gr bir ağırlık koymasını ve evde olmadığı zamanlarda mutlaka bu çanta ile dolaşmasını söyleyerek terapiyi bitiriyor. Ortada ilaç falan konuşulmaz. Belli bir süre sonra kendini daha iyi hisseden emekli polis memuru tekrar uğrar ve olumlu gelişmeyi söyler ve ardından “bu nasıl oldu” der. O da uygun bir cevap verir. Buradaki mesele şudur: Bu kişi temel güven duygusundan yoksun olduğu için silahlı bir meslek seçmiş ve belindeki tabanca hep bu açlığı giderici rol oynamış. Emekli olup bunu aynı yerde taşıyamayınca sahte güven duygusu yok olmuş ve kişi aşırı güvensizlik nedeniyle strese girmiş. Yerine bel çantası koyunca durum tekrar düzelmiş (Bu durum da kas hafızasına delil teşkil edebilir). Ancak burada terapistin temel güven duygusu edindirme yerine ikame çözüm uyguladığını görmeliyiz. Çünkü o eğitim muhtemelen çok uzun ve zor olacaktı. Dikkat etmemiz gereken konu ise eğer bu terapi yapılmasaydı bu kişi, sırt, boyun, baş ağrıları dahil depresyona kadar giden bir sürece girebilirdi. Bu basit çözümün bile altı ay sürdüğünü gözden kaçırmayalım. Şanslı iseniz, iki haftada da ortaya çıkabilir, bu sizin içinizi ne kadar iyi görebildiğinize ve meseleyi ne kadar doğru anlattığınıza bağlı. Sakladığınız sürece iş zorlaşacak, zaman uzayacaktır…
Örnek-2: Aile uzmanı Stephen Covey[11], iç huzursuzluk ve endişeden dolayı kendisine müracaat eden bir danışanına, sahil kasabası olan memleketine gitmesini, kafasında ne sorun varsa sular çekildiğinde kumsala yazmasını, sonra kenarda bir yerde oturarak suyun yükselip sahili yıkarken yazdıklarını da silmesini izlemesini istiyor. Bu arada, çocukluğuna dönerek, o anları tekrar yaşaması, yanlışları için özür dilenecek kimselerden özür dilemesi, hoş anları hatırlayarak bunun için minnet duyması gibi pek te itibar görmeyebilecek şeyler söylüyor. Danışan da “o kadar yolu bunun için mi geldim” deyince, “faturayı alınca ne için geldiğini öğrenirsin” diye espri yapıyor. Ama danışan söyleneni yaptıktan sonra kendini son derece iyi hissetmeye başlıyor… Burada kişinin doğduğu yere gitmesini, oradaki ilk dönem enerji ile tekrar buluşması olarak yorumlamak mümkün…
Örnek-3: Aile uzmanı Stephen Covey[12]’i bir gün bir arkadaşı arar ve uzunca bir yol kat ettikten sonra ofisine gelir ve şikâyetini anlatır. Mesele ne zaman seyahate gitse eşinin her gece onu aradığını, bazen bunun gündüz de olduğunu, başlangıçta iyi iken şimdi gergin, aşırı tedirgin ve huysuz olduğunu, durumun daha kötüye gitmesinden endişe ettiğini ve kendisinin artık çok rahatsız olduğunu söyleyerek tavsiye ister. Stephen da ona “nasıl evlendiğini anlat” der. Adam, bunun ikinci evlilik olduğunu, önceki ile evli iken otel toplantısında tanıştığı bu kadına âşık olduğunu, daha sonra öncekinden boşanarak bununla evlendiğini söyler. “Tamam, mesele anlaşıldı” der. Adam “Neymiş anlaşılan?” diye sorunca, Stephen der ki: “Karın anksiyete bozukluğu (Sebebi bilinmeyen aşırı endişe durumu)  yaşıyor. Fakat bu onun bilinçaltında olduğundan sorarsan inkâr edecektir, çünkü farkında değil” der ve ilave eder: “Nasıl ki o seni bir başka kadının elinden aldıysa, başka biri de onun elinden alabilir, ‘bunu kendi yapabildiyse başkaları da yapabilir’ düşüncesi onu içten kemirmekte ve farkında değil.” der. Adam “Ne yapacağız” deyince kadının bu bilinçaltı dürtüsünden kurtulması gerektiğini söylediğini hatırlıyorum. Bu biraz uzmanlık gerektirebilir. Ancak ne yapılması gerektiği konusu kültürden kültüre değişiyor. Amerikan çözümleri bize uymayabilir, biz de çözümler farklıdır. Burada dikkat çekmek istediğim konu insanların bilinçaltındaki gizli bir endişe yüzünden farkında olmadan kendi sağlıklarını nasıl bozduklarıdır. Bu kadın da konuyu çözemediği sürece kesinlikle sırt, boyun, baş ve bel ağrılarına yakalanacaktır…
Suçluluk: Birini sürekli suçlu hissettirerek ona her şeyi yaptırmak mümkündür. Mutlu olacağınız yerde üzüntülü, gurur duyacağınız yerde suçluluk duyuyor olabilirsiniz. Bunu size anneniz öğretmiş olabilir. Siz mutlu olacağınız bir olaya imza atmışken asla mutlu olmasını bilmeyen ya da kıskanan anneniz size karşı üzüntülü olmuş, sizde güçlü empati yeteneğiniz nedeniyle ona uyum sağlamış olabilirsiniz. Yani suçlu olmaya şartlanmış olabilirsiniz. Suçluluk duygusu aşılama çok bilinen ve işe yarayan bir yöntemdir. Siz suçluluktan kurtulmak için yaranmaya devam ettikçe o başarılı olduğunu düşünecektir. Suçluluk duygusu yerinde durduğu sürece onun tarafından yönetilmeye ve her ortamda edilgen olamaya, bunun neticesinde de mağdur olmaya devam edeceksiniz demektir…
Kurtulanın Suçluluğu: Diğer bir konu da ters duygulanmadır. Mesela depremden ya da fırtınadan sağ kurtulduğu halde arkadaşının ölümünü engelleyemediği için duyduğu suçluluktur. Kendi haline şükür ve giden için yas tutması gerekirken kalan tüm ömrünü diğeri için üzülerek geçiren insan buna örnek olabilir. Siz de belki ‘Ben mutluluğu yakaladım ama ya annem, o geride mutsuz ve üzgün kaldı’ deyip kalan tüm yaşamınızı heba ediyor olabilirsiniz. Ben de olmaz demeyin ve içinizi bir tarayın derim…
Öfke: Bir alarmdır ve bir şeylerin ters gittiğini bildirir ve ilgi bekler. Uzun sürüyorsa  uzun zamandır ilgilenilmediği anlamı taşır. Aradan yirmi yıl bile geçse orada durur ve halledilmediği sürece sizi rahatsız eder.[13] Ergenlikteki tantrum denen öfke nöbetleri ise hayatın gerçeklerini bir türlü kabullenememekten kaynaklandığı belirtilmektedir.[14] Ergen ilk olarak kardeşinin hangi yöntemle dünyaya geldiğini öğrendiği zaman öfkelenirmiş. Gerçek yaşamın kafasındaki resim ile ilgisiz olduğunu keşfeden ergen-yetişkinler de anlamsız bir öfke duyabilirler. Bu safhayı halledemeyen bazı yetişkinler bugün bile realiteyi göremeyip sürekli kendi kafalarındaki sistemi dayatıp, olmayınca da öfke duyabilmektedirler. Oysa bir yetişkin önce realiteyi kavrar, sonra bu ortamın neresinde yer alacağına karar verir, katkısını sunar ve hayatına devam eder, ama dayatmaz… Dayatma ve öfke varsa ortada ergen vardır, yaşı kaç olursa olsun…
Sinsi Duygular: Bunlardan en tehlikeli ve sinsi olanı ‘suçluluk’, ‘korku’ ve ‘öfke’ duygularıdır. Saklanırlar, saldırırlar, kılık değiştirler ve siz darbenin nereden geldiğini bir türlü anlayamayabilirsiniz. O da fırsat bilip sizi yiyip bitirmeye devam eder, siz ne kadar gülüp oynasanız da bir şey değişmez, ta ki siz onları bulup yüzleşip uygun şekilde vedalaşıncaya kadar. Uçaktaki ölme korkusu böyle bir şey. Bir de mükemmeliyetçi iseniz, zayıf gözükmek istemezsiniz ve saklayarak en büyük kötülüğü kendinize edersiniz…
Dolaşık Aile: Bazı anneler hep bir sevgi açlığı içinde olarak, sevgi veremeyebilir. Ya da baba ilgisizdir, ya da yoktur ya da yok hükmünde olabilir. O zaman sistem bozulur, kimin kime ebeveyn olacağı karışır ve ‘rol kargaşası’ başlar. Bu roldeki bir kişi erkek ise anneyi, kız ise babayı doğru algılamakta zorluk çekebilir. Çünkü kız için söyleyelim, aile içi erkekle aile dışı erkeğin duygu dünyasında nasıl algılanacağı konusu karışabilir ve ne öğreniyorsa onu referans olarak kabul eder, bu da dış ilişkilerini sekteye uğratabilir. Aynı şey erkek için de geçerlidir. Annesine annelik, babasına babalık yapmaya zorlanan bir çocuk, ebeveyn sevgisini tadamayacağı gibi eğer kız ise gerçek anne olamayacak, erkek ise kadın faktörünü algılayamayacak ve her ikisi de kimlik bocalaması içinde bir arayış içine düşecektir. Kişi ne aradığının farkında olmayacak, öylesine arayacaktır…
İç Görü: İçimizde olanları anlayabilmek için de iç görü yapabiliyor olmamız yani içimizde neler olup bittiğini algılıyor olmamız gerekiyor. Bu beceri bir terapi ile alınabilir ancak buna imkan olmaması halinde, kişi içindeki duyguları tanımlayarak işe başlayabilir. Öğrendikten sonra “Öyleyse bunu nasıl yenerim” sorusunu kendine sorarak bir araştırma içine girmelidir.
Aidiyet Duygusu: Yine Erikson’a göre kendimizi içimizde his olarak tanımladıktan sonra, bir gurubun üyesi olmamız gerekiyor. Bu da aidiyet duygusudur. Bu olmadığı zaman boşlukta ve eksik kalmış oluyoruz. Bir gruba dâhil hissettiğimizde ise sosyal varlık olabiliyoruz. Burada bir ERIKSON kuralı var: Toplumun her kesimi tarafından sevilen kişi olmaya çalışmak gereksiz ve anlamsız olduğunu, bazı kesimler tarafından sevilip bazı kesimlerce sevilmenin kimlik inşası açısından en doğru şey olduğunu ifade ediyor. (Her şey tersi ile kaimdir, tersi olmayanın kendisi de yoktur.) Ait olduğumuz yerlerde sıklıkla bulunmak ait olmadığımız yerlerde sınırlı ve mesafeli bulunmak kendimizi iyi hissetmemiz açısından oldukça önemlidir. Bu ne kadar olumlu ne kadar olumsuz olacağımızı belirler...
Büyüme Direnci: Kimlik örme safhasında kişiler işgal nedeniyle ters kimlik geliştirmek, olmadı büyümek istememek, (Peter Pan Sendromu), ya da doğal ‘moratoryum’ (erteleme) gibi yollara başvurabiliyor. Bu inadın yeterinden uzun sürmesi kendi yarattığımız bir sorundur ve arıza yaratacaktır…
Duygular: Sevgi, korku, heyecan, kıskançlık, haset, kızgınlık, öfke, gurur, coşku, takdir, aşağılanma korkusu, aşağı hissetme, yüksek görme, rahatlama, huzursuzluk, mutluluk, utanç, yalnızlık, utanç, aidiyet, aidiyetsizlik, suçluluk, huzursuzluk, zevk, kınama, heves, mahcupluk, haset, övünç, kınama, yetersizlik, yeterlilik, tatmin, tatminsizlik, zindelik, bitkinlik, zafer, yenilgi, neşe, üzüntü, pişmanlık, nefret… Bunlar bazılarıdır ve sayıları artırılabilir. Dikkat edilirse bunlardan bazıları olumlu bazıları olumsuzdur. Sayıyı artırıp her birinin içinizdeki iz düşüm sıklığına (Ne kadar sık yaşadığınıza) bakarak olumlu mu olumsuz mu enerji yüklü olduğunuzu keşfedebilirsiniz. Hangi taraf ağır basıyorsa, o gruptasınız demektir…
Yanlış Empati: Empati kendimizi kısa bir an için başkasının yerine koyup, onun gibi hissedip, ne hissettiğini tam olarak anlamaya yarayan bir duygudur. Ancak bazılarımız bunu abartır ve kendinin tamamen bırakarak o kişinin kimliğine bürünmek zorunda kalır. Kendini yaşamayı unutur… Bu konuda anneye direnmek oldukça zordur… Bazı babalara da... Türkiye’de Borderline sayısının %70 civarında olduğunu, Borderline Kişilik Bozukluğu olanların kendiliklerinin çok olumsuz olması sebebiyle bu duygularını başkalarına satmak istemelerinden dolayı empatinin tehlikeli olduğunu 2010 yılında Ankara’daki bir seminerde dinlemiştim...
Ters Koşullandırma: Bazı aileler bireylerine iyi zannettikleri bir tarz aşılamak için ters koşullama yaparlar ve bu uzun zaman aldığından fark edilemeyebilir. Yani benim için üzülürsen seni severim, kendi kendine keyifli olursan sevmem. Sen de bizimle karamsar ol mesajını davranış ve tutum ile verebilirler. Güçlü bir empati ile kendinizden vaz geçip onun adına sürekli üzülmediğiniz zaman uzak, üzüldüğünüz zaman yakın davrandığında otomatik olarak içselleştirirsiniz ve başkası için üzülmeyi bir alışkanlık haline getirmiş olursunuz. Bunun en iyi örneği aşağıdaki hikâyedir:
Beş Maymun: Bir gün araştırmacılar maymunlar üzerinde bir deney yapmaktadırlar. Bu deneyde beş maymun, bir kafes, tavanında asılı bir muz salkımı, bir çatal merdiven ve de bir yangın hortumu bulunmaktadır. Aç bırakılan maymunlar sırayla içeri alınır. İlk maymun kafese girdiğinde, önce ortamı süzer, tavandaki muzu fark eder ve sonra gözü merdivene takılır. Daha sonra kafasında ampul yanar ve merdivene tırmanmaya başlar. Tam muza uzanacakken, görevli hortumu açar ve var gücüyle maymunu ıslatır, maymun şok olur. Tekrar dener ve tekrar ıslatılır. Üçüncü defa da aynı şeyle karşılaşınca muzun yenmeyeceğini anlar ve vazgeçer. Bundan sonra görevli kafesten çıkar ve yerine bir maymun girer ve aynı şeyi yapmak isteyince bu sefer önceki maymun hortumu alır ve ıslatmaya başlar. Yeni gelen maymun da muzu almayı başaramaz. Derken üç, dört ve beşinci maymunlar sırayla içeri alınır, her biri her biri aynı şeyi dener sonra bir önce gelen maymun tarafından ıslatılıp, vazgeçmesi sağlanır ve böylece hepsi de aç kalır…
Buradan anlamamız gereken şey, bazı olumsuz özellikleri (Mesela maymundaki gibi öğrenilmiş çaresizlik) istemeden kazanmış olabiliriz ama isteyerek kurtulmak zorundayız. Farkındalık bunun içindir…
Aşırı Düşünme: Aşırı düşüme kontrollü veya kontrolsüz olabilir. Araştırma yapıyorsanız aşırı düşünmek zorunda kalabilirsiniz bu sizin kontrolünüz altındadır ve araştırmaya son verince vaz geçmiş olursunuz. Ancak kontrolsüz aşırı düşünme de kişi farkında değildir ve adeta iş yaparken, uyurken, gezerken, konuşurken, yerken bile saplandığı ve çözemediği bir şeyi düşünüyor olabilir. Her iki şekilde de aşırı düşünme kasların kasılmasına, baş ve sırt ağrılarına yol açabilir. Özellikle bilgi olmadan düşünmek, pirinçsiz pilav yapmak olduğundan beyhude ve tehlikelidir…
Öykünerek Yaşamak: Kendinin gerçekte neyle mutlu olacağını, ya da nasıl bir kimliğe sahip olduğunu bilemeyen bazı insanlar, başkalarının kendinden bekledikleri ya da öyle zannettikleri bir yaşamın içine girerek dinmeyen bir iç çatışmaya kapı açabilirler. İhtiyaç duyulan şey kendin kalarak zamana ve ortama uygun düşünce, tutum ve davranış geliştirmektir. Kendi kültürümüzü içselleştirip kendimiz olduğumuzda bir referans noktasını borsa gibi takip etmekten kurtulur, öz kaynaklarla düşünüp davranmanın kolaylığını ve dayanılmaz hafifliğini yaşarız. Böyle yaparak izle-yorumla-uygula sürecinin yol açtığı enerji israfından da kurtulmuş oluruz. Bu da bize rahatlık ve öz güven hissi vereceği gibi bu sayede tasarruf edeceğimiz yaşam enerjisini başka alanlara kaydırabilir, artan yakıtı diğerleri ile tatlı rekabette kullanabiliriz…
Kurgulanmış Yaşam: iç ses yokluğu, karar yetisizliği, dış telkinler, hayatta kalma endişesi, çaresizlik, ne olduğunu anlayamama gibi sebeplerle kişinin kafasında aslında hiç te özüne uygun düşmeyen bir yaşam modeli geliştirip, şartları bu modele göre sürekli zorlamaya çalışılan yaşam biçimi. Tersini söylersek, zorlamadan ve kendiliğinden gelişen yaşam şeklidir. Birincisinde yaşamınızdaki şartları kafanızdaki şablona uydurmaya çalışırsınız, ikincisinde siz şartlara uyum sağlarsınız. Birinci yöntem insanı tüketebilir. Çünkü yel değirmenleri ile savaşıyorsunuz ve siz bunun farkında değilsiniz…
Göçmen Olmak: Yaşadığınız her bölgenin, din, dil, ırk, kültür açısından yaşam kodları vardır. Duygusal kodlar her yerde farklıdır. Bu kodlar sayesinde anlaşılırsınız ya da anlaşılmazsınız. Kodlarınız aynı ise kolay anlaşmanın ya da kolay anlaşmamanın rahatlığını yaşarsınız. Tersinde ise yalnızlık, anlaşılamamak, tam kabul görememek gibi olumsuz duygularla karşılaşırsınız. Böyle durumlarda da baş, boyun, omuz, sırt ve bel ağrıları vakaları olabilmektedir. Almanya’da ki Türkler arasında yaygın olması göçmenliğe bağlanmıştır. Göçmenliğin her türlüsü böyledir, köyden kente, kentten kente, ülkeden ülkeye fark etmez. Kodlar değişince endişe ve stres devreye giriyor…
Örnek-4: İsviçre vatandaşı olarak İsviçre’de yaşayan Türk doktorun anlattıkları mealen şöyle: Bir Türk kadın sırt ağrıları için kendisine başvuruyor. Dr. Kendine çok güveniyor, çünkü iyi eğitim almış, İsviçre’nin en iyi tıp teknolojisini kullanmaktadır. En iyi ilaç fabrikaları orada, Röntgenler, MR’lar, adını hatırlamadığım diğer cihazlar, türlü ilaçlar vs. derken aradan bir yıl geçtiği halde ağrılar dinmek bir tarafa, artmış ve adamcağız kendini yetersiz hissetmiş. Sonunda Türk gibi düşünmeye karar vermiş ve başka alanlara dalmış. Araştırıp dururken eski yöntemleri tararken aklına gelmiş ve bir sonraki gelişinde kadına en son ne zaman memlekete gittiğini sormuş o da iki yıl oldu deyince ona memleketine gitmesini ve orada sevdiği kim kaldıysa onlarla ya da sonraki nesliyle iyi vakit geçirmesini tembih etmiş. Döndüğünde kadının ağrılarının kalmadığını hayretler içinde anlatıyor…
İnkâr[15]: Benlik için tehlike oluşturabilecek ve yoğun bir acı hissetmeye yol açacak bir uyaranın ya da gerçeğin yok sayılması, görmezden gelinmesidir. Oğlunu trafik kazasında kaybeden bir annenin ölümü kabullenmeyip “Biliyorum o yaşıyor, bir gün gelecek” diyerek her akşam yemek masasına bir tabak ta onun için koyması, inkâr savunma mekanizmasına örnek gösterilebilir…
Yansıtma[16]: Bilinç dışında var olduğu düşünülen ve çoğunlukla beğenilmeyen duygu ve düşüncelerin başkasında imiş gibi bir tutum alıp sözlü ya da duygusal olarak sürekli o kişiye gönderme yapılması durumudur. Dedikoducu birinin başka birini dedikoduculukla suçlaması gibi… (AY:Eğer iki kişi konuşurken, bir taraf siniyor ya da öfkeleniyorsa ortada yansıtma vardır. Acıtan, sözün kendisi değil sözle birlikte yöneltilen olumsuz enerjidir.)
Yansıtmalı Özdeşim[17]: Bir çatışma[18] ortamı yaratılarak, yönetilemeyen bilinçdışı bir takım duyguları karşıdaki (gıpta edilen) kişiye aktarmak ve aynı anda ona empati duymak sureti ile çatıştığı kişinin iyi duygularını ya da güçlülüğünü kendi benliğinde hissetmek. Borderline kişilik yapılanmalarında sıklıkla rastlanan bir savunma mekanizmasıdır. Borderline yapı bir başkasına yansıttığı olumsuz duygular sayesinde kendisini rahatlamış ve karşısındakinin iyilik halini kendi benliğine katmıştır. Diğer kişi ise Borderline yapının kendisine yüklediği olumsuz duygularla baş başa kalmış demektir…
(AY:Nazar da göz kanalından bir tür olumsuz enerji aktarma halidir demeye başladım. Çünkü Carl Jung “tüm insanlıkla ruh teması halindeyiz” diyor. Özellikle ebeveynler ve çocukları arasında neredeyse engellenemeyecek bir ruh teması vardır. Eğer anne ya da baba Borderline ise, yansıtmalı özdeşim de yapıyordur)…
İşgal Edilme: Kendi hayatı ve hikâyesi olmayan insanlar yansıtmalı özdeşim kurarak başka birinin yaşamının tam içine girebiliyor. Genellikle sözü geçtiği bir yakınının yaşamına derin müdahale ederek salça olmayı, o kişi imiş gibi taklit yaşayarak kendini de kişiyi de bunaltıyor. Bunun adı ‘işgal’ dir ve çok bunaltıcıdır…
Gereksiz Sorumluluk: Muhtemelen ailede öyle yetiştiği için doğurmadığı kardeşine annelik, babalık etmek, anne babasının ebeveyni olmak alışkanlığı neticesinde iş hayatında bile lüzumsuz sorumluluk yüklenen insanlar bunun farkında olmayarak gerilmektedirler. Hayatın geneline yayılması kas ağrıları anlamın agelecektir…
Aşırı Sorumluluk: Kişiler kendi yük kapasitelerinin farkında olmayarak, zorunluluk ve ekonomik gerekçelerle taşıyabileceklerinden fazla yükün altına girebilmektedirler. Bu bir gerginlik durumudur. Bu da kasları etkiler…
Sürekli Olumsuz Görmek: Bazı insanlar yaşamın gerçekliğini görmek adına sürekli olumsuz düşünmekte, olumsuz haber izlemekte, olumsuz yorumlar yapmaktadırlar, sorulduğun da ‘Ne yani yalan mı’ sorusuyla karşılık vererek savunmaya geçmekteler. Bunlar gerilirler ve gererler, ‘sahte tehlike’ duygusu yayarlar. Bu da kaslarınızı ‘varsayılan değer’ olan kasılmaya sürükleyebilir. Peki, yaşamın gerçekleri ne olacak? Ben de bir soru ile karşılık vereyim: Şehrinizdeki kanalizasyon kanallarının üstünün tamamen şeffaf olmasını ister misiniz, nasıl olsa onlar da gerçek?
Alkolik Baba: Babanın alkolik olduğu aileler hakkında çok şey anlatılabilir, ancak dört konu çok önemli: 1. Rol kargaşası hâkimdir, kimse rolünü, anne, ne abla, ne kardeş, ne abi ne de eş olduğunu hissedemeyebilir. 2. Böyle bir ailede büyümüş birisi normal ailenin nasıl bir şey olduğunu anlamakta ve hissetmekte güçlük çekiyor olabilir. 3. Kişi, sevgiyi ‘Baba eziyetinden sonra bir araya üşüşüp destek olma’ formatında algılıyor olabilir. Bu kişilerin gerçek sevgiyi tanıyanlardan yararlanması, gerekebilir. 4. Kişi ‘Her an bir gümbürtü kopacak’ endişesi ile yaşadığını fark etmiyordur…
Kendini Cezalandırma: İnsanlar çocukluklarında, olmadık şeylerin sorumluluğunu üstüne alma ve suçlu olma eğiliminde olabilirmiş. Mesela anne-baba kavgalarında, boşanmalarda, ebeveynin birinin terk etmesi durumlarında bu sık olurmuş. ‘Ben iyi olsaydım bu olmazdı’ şeklinde sahte bir suçlama. Böyle durumda çocuk kendini cezalandırmak için kendine zarar vererek bir türlü adaleti sağlarlarmış. Eğer kişide böyle bir alışkanlık varsa, kas hafızasına yerleşmiş olabilir ve şimdi benzer durumlarda bilinçaltından istem dışı tetikleniyor olabilir. Bedel ödeyip durumu dengelemek adına bir tür savunma mekanizması. Bunun üzerinde çokça durulması gerektiğini düşünüyorum…
Bitmemiş İşler: Yukarıda anlatılan ya da anlatılmayan şeylerden bir ya da bir kaçı sizin geçmişte yaşadığınız travmalara denk geliyor ama siz bunun farkında olmayabilirsiniz. Farkında olsaydınız hallederdiniz, ya da denerdiniz. Ortada bırakıp yaşama devam ettiğiniz için bunlara ‘Bitmemiş İşler’ deniyor. Halledilmemesi sürekli suçluluk, endişe ve korku tetikliyor olabilir. Bir yakınına gereken iyiliği yapamamış ve onun da ölmüş olması gibi. Bunu sürekli hafızada canlı tutmak ve bir türlü kendini cezalandırmaktır. Bazı olaylara müdahale edilemeyeceğini bilip, yas tutarak yolumuza devam etmek zorundayız. O iyilik o kişinin kısmeti olsaydı sizden ya da başkasından mutlaka görürdü. Buraya kadar anlatılan konulardan bir ya da bir kaçı sizin zihin gerinizde sorun olarak tortulaşmış ise bunların hepsine birden ‘bitmemiş işler’ deniyor…

Muhtemel Dış Tetikleyiciler
Gıda ve Su: Hangi gıdaların nasıl bir etki yaptığını tespit etmek ancak kendi takibimizle olabilir. Ben şahsen bir takip yapamadım. Ama sodyum (tuz) türevleri tansiyon üzerinden etkili olabilmektedir. Bol su içmenin kasılmaları önleyici etkisi olduğu söylenmektedir.
Hava Akımı: Banyo sonrası maruz kalınan hava akımları yaz veya akış kasılmaları tetikleyebiliyor. Bu yüzden iyi kurulanıp, gevşetici kremlerle omuz ve boyun bölgesine takviye yapılabilir…
Bedenin Hafızası: Bu duyguların her biri aynı zamanda bedende elektrik sinyalleri ile tetikleme yapıp salgı oluşturmaktadır. Bunlardan hangisi çok sık yapılıyorsa bedeniniz alışkanlık kazanıyor olabilir. Sürekli aynı tetiklemeyi yapıp, aynı salgılara sebep oluyordur. Hep aynı toprak zeminde hareket eden bir araç, bir süre sonra aynı izden gitmeye gayret edecektir. Beden de hafızasından dolayı bunu yapıyor olabilir.  Belki farklı durumlarda bile aynı olumsuz duyguyu, sinyali ve salgıyı üretmeye alışmış olabilir. Ne oluyor sorusunu sürekli sorup
Duruş Bozukluğu: Özellikle bilgisayar ve cep telefonu duruşları boyun omuz ve kaşların çatılması ile yine bir gerginliğe sebep olur. Kişi farkında değilse sürekli kendini kasarak ağrılara sebep olacaktır. Uçaktaki gergin duruş örneği hatırlanabilir…
Gevşeyememe: Bu yazıda anlatılan türlü sebeplerden dolayı, kişinin kasılması ve gevşeme ihtiyacında olduğunu dahi unutması, kasların ise bu gerginlik durumunu hafızasında tutarak bunu ‘varsayılan değer’ olarak algılayıp kasılmaya devam etmesi olarak görebiliriz. Akupunktur iyileşme etkisi yaklaşık 5 yıl sürebiliyor. Bunun yanında ılık duş, spor yapma ve gevşetici kremler işimize yarayabilir…
Görme Bozukluğu: Gözün bazen net görebilmek için kısılması gerekiyor. Bu kısılma bilgisayar başında uzun süre yapıldığında baş ve ense bölgesinin ve arkasından omuz kaslarının kasıldığını fark ettim, domino etkisi yapıyor anlamına gelir. Yanlış numaralı veya yanlış astigmat dereceli gözlüğün ise bunu çabuklaştırdığını gördüm. Bunu sebep olarak değil, zaten kasılmaya eğilimli kasları tetikleyen olarak görüyorum… Ekranı %100’den %125’e çıkarınca bir rahatlama hissettim…
Manyetik Alan, Elektronik Sinyal ve Mavi Işık:
Her üçünün de bedende nasıl bir etki yaptığı tam olarak bilinmiyor. Mavi ışık hakkında türlü duyurular oldu ise de ilk kişi çok eski olmasına karşın doğru bir açıklamaya hiç rastlamadım. Mutlaka biliniyor ama gizli tutuluyordur. Herkeste neden aynı etkiyi yapmadığı biraz oralı olmamaya, biraz da belli grup bedenlerin daha hassas olabileceğine bağlamak mümkündür. Daha az maruz kalmak için tedbir alabiliriz…
Buraya kadar yazılanlar iç ve dış kaynaklı tetikleyicilerden bazıları idi. Hangisinin sizde olabileceğini siz bilebilirsiniz. Birilerinin kendi durumları ile karşılaştırmak muhakeme açısından yararlı olabilir. Neyle kıyaslayacağımız durumu anlamak için önemli olabilir. Çünkü bazı olumsuzlukları normal sanıyor olabiliriz. Tespit ettiklerinizin her biri üzerinde yavaş yavaş kasılmadan çalışıp kurtulmanız gerekecektir. Zaman zaman, kasılmadan, tekrar tarayıp değerlendirme yapmak işimize yarayabilir…

Sonuç ve Öneriler
Sonuç: Fibromiyalji, yukarıda bahsedilen konulardan bir veya birkaçı tarafından tetiklenen ve siz onu çözemediğiniz için bedeninize yansıyan psikosomatik, ya da gıda ve çevresel tetikleyicilerden (manyetik alan, ekran, wireless gibi) kaynaklanan kasılma ağrılarının toplamı olabilir… Neden başkalarında yok? Çünkü onların ruh ve bedenleri ‘oralı olmama’, sizinki ‘kasılma’ tabanlı gelişmiş diyelim…
1. Duygu Durumu: Zihin arkasında üstü örtülmüş ‘bitmemiş işler’ vardır ve çözülmediği için içeriden gerginlik yaratıyor olabilir. Bunların içinde örneğin travmalar, temel güven duygusu ve sevgi eksikliği ile bunun kolaylaştırdığı suçluluk, endişe, korku vb. olabilir. Bu durumu işin altyapısı olarak görmek doğru olur… Mesela çaresizlik ve umutsuzluk duygusu, kişinin problem çözme yeteneğine bağlı olarak bazılarında büzüşmeye ve kasılmaya yol açabilir…
2. Beden Hafızası: Uzun zamandır bu problemi yaşadığımız için, kas hafızası varsayılan (Default) ayarı yüksek ağrıya ayarlanmış ve ‘Bir ağrı gelse de bayram etsek’ diye can atıyor olabilir. Bu da tetikleyici sayısını artıracaktır. Eğer kaslar ‘ağrı tiryakisi’ olmuş ise aynen sigara içenin üzülse de, sevinse de sigara yaktığı gibi, her yeni durumda ağrımak isteyebileceğini düşünüyorum. Arabanın toprak yolda daha önce açılan izden gitmek istemesi gibi bir durumdan bahsediyorum. Bu alışkanlığa kişi küçüklüğünden beri her tehlike zannettiği şeye kasılarak tepki vermek suretiyle yol açmış olabilir. Bir nedenle sevinmeyi öğrenemediyse olumlu ya da olumsuz her duygu değişiminde kasılmaya yönelmiş demek mümkün… (Her yol Roma)… Doğal gevşemenin unutulması da bu konu altında düşünülebilir. Ağrının sahte (Pseudo) ya da hayalet (Phantom) olma meselesi beni aşıyor ancak çeken birisi olarak ben ağrının sahte olduğunu düşünmüyorum çünkü bilinen ağrı kesicilerin bazı türleri rahatlatma sağlıyor. Plasebo etki olduğunu da düşünmüyorum çünkü kimisi tam kesiyor, kimisi yarım, kimisi hiç…
3. Beslenme: Gıda, içecek çeşitleri ile yetersiz su tüketimi tetikleyiciler arsında görülmeli ve kişi kendini test etmelidir…
4. İlaç: Başka ilaç bileşenleri kasılma yapabileceği, ağrı kesiciler çok kullanıldığı zaman, bazı organlarınıza zarar vereceği, doğal gevşemeyi unutturabileceği hatırlanmalıdır…
5. Duruş Şekli: Yanlış bir duruş şekli (Kambur oturma vb.) sırt kemiklerinizin sinirlere ve kaslara baskı yapmasına, kasların sinirleri sıkıştırmasına ve tetiklemeye yol açabilir…
6. Görme Bozukluğu: Görme bozukluğu, yanlış gözlük numarası ve yanlış astigmat ölçümü, ya doğrudan ya da gözler kısıldığı için, bir ön kasılmaya, a da zincirleme olarak baş ve ensede, sonra sırtta kasılmaya yol açtığını kendimde gözlemledim… Burada görme bozukluğu sebep değil tetikleyicidir…
7. Bilgisayar: Bilgisayar başında iken, ekran yüzdesi küçükse gözler kısılıyor, sırt kamburlaşıyor, omuzlar kasılıyor (Kartal duruşu), aynı zamanda düşünmek zorundaysanız zihin kasılıyor, mavi ışık bombardımanı oluyor. Bunların hepsi bana göre doğrudan sebep olmasa da tetikleyici…
8. Manyetik Etki: En basit şekliyle, yüksek gerilim hattı yakınları, elektrikli battaniye ve AVM ortamında yoğun bulunan Elektromanyetik alan (EMA)’nın insana ne zarı olduğu 100 yıldır açıklanmadı, muhtemelen ticari kaygılarladır. Mavi ışıktan korunmak gerektiği anlatılıyor ama GSM, Wireless, TV, Radyo, bluetooth ve diğer sinyallerin bedenimize ne yaptığı da açıklanmıyor. Bu sinyalleri boyamak mümkün olsaydı, muhtemelen gördüğümüzde dünyanın en geri kalmış ülkesine kaçmak isterdik…
9. Hava Akımı: Banyo sonrası maruz kalınan hava akımları yaz veya akış kasılmaları tetikleyebiliyor. En azında ben de böyle, başkaları buna dikkat etmemiş olabilir. Ayrıca 2012 yılında bir uzman doktordan banyo sonrası sokağa çıkmama tavsiyesi aldım…
Öneriler: Dışarıdan birinin sizin iç dünyanıza girip sebebi bulması çok zor bir iş. O yüzden bu iş sizin kontrolünüzde kalmalıdır. Farkındalık başlangıç için olmazsa olmazdır. İlk başta ‘Ağrısız yaşam’ ne demek onu hislerle tanımanız gerekiyor. Bu tanımlama ile olmaz. Tıpkı X tropik meyvesini dilinizle tatmadan ne anlatılırsa anlatılsın gerçek tadını kavramanızın mümkün olmadığı gibi. Bu şansı ben kuru iğne tedavisi (akupunktur) ile yakaladım. Ondan sonra normal insanların nasıl yaşadığı hakkında bir his sahibi oldum. Bu safhadan sonra kendi içinizdeki duygu durumunu takip etmeniz mümkün olur, yoksa ağrı sizi yönetiyorken hiçbir şey yapamazsınız. Rahatlayınca araştırmaya başladım. Aidiyet hissedilen yerlerde bulunmak, gerginlik tetiklenme riskini azaltıyor…
1. Duygu Durumu: Bunu kendi kendinize yapmak zordur, bir bilene danışmak gerekiyor. Ama kendi kendinize ‘hangi durumda hangi duygunun egemen olduğunu bulma egzersizi’ yapacağınız görüşmeler de somut bilgi sunacaktır. Aksi takdirde ne anlatacak bir şeyiniz olur ne de yorumlama yetiniz. Bu yüzden ne kadar duygu varsa öğrenin derim… Yoksa durum değerlendirmek zor olur…
2. Beden Hafızası: Yazının başında bahsedilen ‘Hostes Duruşu’ nun ne olduğunu, nasıl yapıldığını, çalışarak öğrenmek ve uygulamak gerekir. Bu size ‘oralı olmama’ yı öğretir. Yine aynı yerde verilen ‘Kaplan’ örneğine çalışmak gerekir. Buradaki hedef  ‘Gerektiğinde kasıl, iş bitince gevşe’ döngüsüdür. Kasılmak kolay ama doğal gevşemeyi öğrenemeyince arabanın dörtlü sinyalini açık unutmuş gibi oluyoruz… Doğal gevşeme bir kas egzersizidir ve her gün çalışarak kasları emrimize almak zorundayız ki onlar bizi yönetmesin… Hangi durumlarda kasıldığımızı takip edip gerekli mi gereksiz mi konusunu diğer insanlarla karşılaştırmalıyız…
3. Beslenme: Bol su içmeli, gıdada seçici olmalı, gizli tansiyondan dolayı sodyum grubuna dikkat etmeli…
4. İlaç: Mümkünse kesilmeli, yerine masaj, krem, ılık su, vs. kullanılmalıdır…
5. Duruş Şekli: İlgili yayımlar okunup doğru duruş hayata geçirilmelidir…
6. Görme Bozukluğu: Gözlük numarasından ve astigmat ölçüsünden emin olmalı, bilgisayar ekran yüzdesi gözleri kısmadan okunan seviyede olmalıdır…
7. Bilgisayar: Bilgisayar başında iken, omuzları kasmayalım, kartal gibi yapmayalım, mavi ışığı yok edip, gün ışığı renkleri kullanalım. Az zaman geçirelim mümkün olmuyorsa, arada mola verip dopaya bakıp temiz hava soluyalım…
8. Manyetik Etki: Yapacak bir şey yok, ama bu etkiyi bazen hatırlarsak, arasıra doğa ile baş başa kalma isteğimiz canlanabilir.
9. Hava Akımı: Kasılmaya meyilli kaslarımız, banyo sonrası hava akımlarından etkilenip katılaşabilir, farkında olup, iyi kurulanmak, ya da banyo zamanını değiştirmek gerekebilir.


[1] İçselleştirmek anahtar kavramdır, içselleştirmediğiniz hiç bir şey size ait değildir, buza yazı yazmak gibidir. İçselleştirme için arada bir o kavramın içinizde nereye karşılık geldiğinin, olup olmadığını görüp, ben bunu benimsiyorum, ya da iptal ediyorum şeklinde kendi iç telkininizi yapmanız gerekecektir. Bu girişim başlangıçta rahatınızı kaçırabilir ama bir enerji sarf etmeden hiçbir şeye sahip olamayacağımızı, yeni bir duygu düzeyine geçmek için kaos, kayıplık, hiçlik, anlamsızlık, yorgunluk, sevdiklerimizle bazen ters düşme, anlaşılmama gibi hisler olabileceğini ve geceyi yaşamadan sabahı göremeyeceğimizi hatırlamakta yarar var. Bunu bereketli yağmur öncesi bir toz bulutu gibi algılamak iyi olur. Bu gibi durumları kolay atlatmak için sizi anlayan ve ne yöne değişirseniz değişin sizinle olabilecek destek grubu dediğimiz arkadaşlara ihtiyacımız olabileceğini unutmayalım…
[2] Dr. Henry Cloud ve Dr. John Townsend, ‘Sınırlar’ adlı kitapta, kundaklamanın temel güven duygusu için en uygun yöntem olduğunu vurguluyor ve aslında temel bir Anadolu âdetini bilmeden övüyor. Yeni doğanın dünyaya geldiğinde kendini bir uzay boşluğunda gibi hissettiğini, sağımın ve solunun sonsuz açık olduğunu v tehlikelere açık olduğu hissini yaşadığını, kundağın ise sağını solunu sararak adeta bir kale ile düşmanlardan korunuyormuş hissi yarattığını anlatıyor. Yani bu bir ‘Sağım solum sobe, yakalanan ebe’ öz güven durumu ortaya çıkarıyor. Bu yüzden ben özel bir durum yoksa kuvözleri son derece yanlış buluyorum, görünce laboratuvar deneklerini aklıma geliyor…
[3] Dr. Henry Cloud, Dr. John Townsend, “Anne Faktörü”
[4] Erik ERIKSON, “Identity and the Life Cycle”
[5] Erik ERIKSON, “Identity and the Life Cycle”
[7] Dr. Henry Cloud, Dr. John Townsend, “Anne Faktörü”
[8] Erik ERIKSON, “Identity and the Life Cycle”
[9] Dr. Henry Cloud, Dr. John Townsend, “Anne Faktörü”
[10] http://kayserihaber.com.tr/kose-yazilari/bagimlilik-ve-doyumsuzluk-7221.html
[11] Stephen Covey, “Başarılı İnsanların 7 Alışkanlığı”
[12] Stephen Covey, “Başarılı İnsanların 7 Alışkanlığı”
[13] Dr. Henry Cloud, Dr. John Townsend, “Sınırlar”
[14] Psk. Peter Michealson, “whywesuffer.com”
[18] Öfke olmadan yansıtma olmuyor demek ki. Nötr durabilirseniz bir şey aktaramazlar anlamına gelir.

Hiç yorum yok:

Bu Blogda Ara