Yaşam ve Ben [1]
Aşağıdaki bilgiler "İçgörü Farkındalığı" yaratmak için dipnottaki yazarların eserlerindeki bilgilerin bana göre yorumlanmış halidir, kesin hüküm içermez, belli konulara yazar ve kaynak göstermek amacıyla konular hakkında bir fikir verilmiştir...
A. Yaşamın Evreleri (Erik ERIKSON)
1.Evre: 0-18 ay, doğum: Güven / Güvensizlik arasında beklenen değer: Temel Güven Duygusu
2.Evre: 18 Ay-3 yaş, bebek: Özerklik / Utangaçlık, Şüphe arasında beklenen: İrade.
3.Evre: 3-5 yaş, çocuk: İnisiyatif / Suçluluk arasında beklenen değer: Hedef takibi
4.Evre: 5-13 yaş, buluğ: Beceri / Kendini küçük görme arasında beklenen değer: Rekabet yetisi.
5.Evre 13-21 yaş, ergen: Kimlik edinme/ Rol Karışıklığı arasında beklenen değer: Kendin olmak.
6.Evre 21-39 yaş, genç: Yakınlaşma / Yalnızlık arasında beklenen değer: Sevmek.
7.Evre 40-65 yaş, olgun: Üretkenlik / Durağanlık arasında beklenen değer: Diğerkâmlık.
8.Evre 65-XX yaş, yaşlı: Bütünlük / Umutsuzluk arasında beklenen değer: Bilgelik.
B. Ben (Self-Kendilik)
Vitrinimiz, Zihnimiz ve Bilinçdışı (Bilinçaltı)
‘Ben’ dediğimizde üçünü birlikte kapsamamız gerektiğini düşünüyorum, çünkü çoğu duygu, tutum ve davranışlarımıza bilinçdışı kayıtlar yön vermektedir… Bu da tek bir kendilik oluşturmamı, kendimizi iyi yanlar kötü yanlar diye bölmememiz ve geçmişimizin bir kısmını yok saymamamız anlamına geliyor. Bu bize hikâye ve kendilik bütünlüğü sağlayacaktır. Aksi halde yarım ya da çeyrek kişi olabiliriz…
Kolay anlamak için şöyle diyelim. Bir küçük işletmeyi hayal edin. İlk görünen vitrindir, içeri girdiğimizde dükkâna girmiş oluruz, bir de arkada depo vardır orayı müşterilerin görme ihtimali yoktur. İnsanın da görünen yüzü ve takındığı tavır ‘vitrin’, zihni ‘dükkân’, bilinçdışı da ‘depo’ olmaktadır. Kişi izin verse de vermese de biz vitrini görürüz, dükkân içini izin verirse görürüz, depoyu ise belki de kendisi bile göremiyor ki bize izin versin. Ancak, bazen geçmiş bir zamana iç yolculuğu yapıp, küçük yaşta okuldan dönerken yolunuzu kaybetmenin verdiği derin korku ve endişenin sizi ne kadar örselediğini, o hissin içinizde nerede durduğunu algılayabilirsiniz.
Bu kadarı ile de yetmez, depodaki o kaydın bugünkü yaşamınıza nasıl etki ettiğini görebilmeniz de gerekir. Bu durumda iç görü sahibi olmuş olursunuz ve bu korkunun ve endişenin sizin hayatınızı olumsuz etkilediğinin farkına varıp yavaş yavaş ‘oralı olmama’ ya ve böylece kurtulmaya başlarsınız. Bunlar zaman alır ama üzerinde çalışmaya değer. Eğer bu tip geçmiş etkileri kendi başına bırakır iseniz o da sizi yıpratmaya devam edecek, siz üstünü battaniye ile kapattıkça o da alttan dürtmeyi sürdürecektir. Hatta bazen yaralar battaniye altında daha da kötüleşebilir, üzeri yıllardır kabuk bağladığından dolayı artık yok kabul etmektedir…
Kendimizi görmek için aynaya bakar ve ‘Ben buyum’ diyorsak yanılıyoruz. Çünkü o gördüğümüz maskedir, sizin dışarıdan nasıl gözüktüğünüzdür. Kimileri bunun üzerine yoğunlaşır ve hayatına başkalarının nasıl gördüğüne göre ayar vermeye çalışır. Böylece içindeki ‘gerçek ben’ i göremeyerek hayatı ıskalamış olur. Bu eksiklik kişinin ‘İç görü’ sahibi olmamasından kaynaklanır, tüm enerjisini dış kanaat önderlerinin beğenisini ve onayını kazanmaya çalışarak içini cılız bırakır.
Bu iç cılızlık kişide yaşamla baş etme yetisini azaltabileceği gibi, kurgulanmış sahte kimliğe uygun davranabilmek için aşırı bir çaba, duygusal körlük, empati yoksunluğu, sebebi bilinmeyen duygusal açlık, duygusal yakınlık kuramama, yaşının gereğini yapamama, rol kargaşası, kimlik bocalaması, aidiyet duyamama, dünyayı kendi içindeki tasarıma uydurmaya çalışma, kendi yetisini görememe, ‘ya hep ya hiç’ (Beyaz-Siyah) şeklinde düşünüp yorumlama ve bunların neticesinde bir doyumsuzluk, açlık ve arayış içinde olarak stres sıkıntı ve gerginlik dolu bir yaşam sürebilir.
Oysa kişi kendi içini de görebilseydi, içindeki "ben" in (self) ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışsaydı ilave bir çabaya girip aşırı enerji harcamaksızın kendiyle barışık ve bütünlük içinde daha dengeli bir yaşam sürmüş olacaktı…
Ben, (Değişik kaynaklar "kendilik" te diyor, ingilizcesi "self") içinizde kendinizi tanımladığınız yerdir. Gerçekte kim olduğunuz yerdir. Dışarıya nasıl gözükürseniz gözükün, o neyse odur. Duygu dünyanız orada cereyan eder… Onu bebekken anne ile birlikte inşa etmeye başladınız. Annenizin aynalaması ile başardınız. (kendilik hislerinizi ondan öğrendiniz, ya da öğrenemediniz) Bu aynalama olmasaydı, ya da bozuk olsaydı, kendilik hislerinize anlam yükleyemezdiniz… Dolayısı ile annenizin (ya da annelik yapanın) duygu şeması, size rehber olmuştur. Normal şartlar altında, annenizin var/yok, negatif/pozitif, sevebilen/sevemeyen, vb. olması durumlarına göre bu iki uçların aralarında bir yerde şekil almışsınızdır… Takip eden, çocukluk, buluğ, ergenlik çağlarında aile, çevre, okul etkileri, vs. ile bugüne kadar geçirdiğiniz yaşam derken 'ben' son halini almış demektir. Onun iletişim dili duygu ve enerjidir. Bebekken derdinizi anneye bu kanaldan anlattınız, o da bu kanaldan anladı… Bu sayede başka bir odada iken duygu/enerji sinyalleri ile sizin uyanmış olduğunuzu anladı ve hemen yanınızda bitti mutlu oldunuz ya da anneniz arızalı idi yanınızda bitemedi ve siz de aksaklıklar meydana geldi. Böyle başlayan macera hayatta karşılaştığınız şartlarla daha da gelişti ve siz ‘siz’ oldunuz.
Bizim kültürümüzde ‘Yedisinde neyse yetmişinde odur’ atasözü vardır ve bu insanın yedi yaşına göre kimlik temelini oluşturduğu anlamına geliyor. Bu da annenin önemine işaret ediyor. (Yedi yaşına kadar bence anne hep evde olmalı.) Bunu pasta tabanı gibi görebiliriz. Pastanın ortaya çıkması için daha üstüne birçok şey eklenmesi gerekecek… Bu atasözü Erikson evrelerine çok ta aykırı bir yaklaşım önermiyor… Bizim özgün kültürümüzde ergenlik diye bilinen çalkantılı dönemin tanınmıyor olması, kişinin doğrudan yetişkin yaşamına atlamasına ve eksik evre yaşadığından dolayı hayatla boğuşmasına neden olmaktadır…
Sahte Ben - Gerçek Ben
Bize görünen bir siz varsınız, ön resimdeki gibi biz sizi gördüğümüz gibi biliriz. Doğumdan beri, anne, aile, çevre okul ve bugüne kadarki tecrübeleriniz sayesinde bir kişilik oluşturdunuz. Kişiliğiniz, duygu düşünce, tutum ve davranışlarınızla ortaya çıkıyor ama kim olduğunuz bunların hiçbiri değil. Kim olduğunuz içinizde bir yerde duruyor, buna ‘self’ deniyor yani kendiliğiniz. Siz bize nasıl gözükürseniz gözükün self farklı bir durumda olabilir. Onu, kendimiz inşa ederiz, yalnızca hislerimizle tanırız, istesek te kelimelerle ifade edemeyiz, yazamayız. O bir iç imgedir, iç dünyamızda bir resim gibidir, sadece hissedilir, konuşulmaz, yazılmaz. Dış görünüşümüze baktığımız kadar self ile de ilgilenip onun da bakımını yapıyorsak, daha huzurlu bir hayat sürmemiz işten bile değil. Onu ihmal ettiğimizde, travmalarını, sıkıntılarını halletmediğimiz zaman içten içten bizi huzursuz edip ‘benimle ilgilen’ mesajı verecektir.
O konuşamaz, ancak enerji gönderir ve alır. Duyguları enerji yoluyla hisseder. Aynen bebekken anne ile yaptığı iletişim gibi. Nasıl yan odada uyurken uyanıp telepati ile annesini çağırmayı bildiyse halen o yolla iletişim kurmaktadır… Şu veya bu sebeple bazen beden ve akıl büyümüş olsa da o ihmalden olsa gerek yeterince gelişemeyip güçsüz bir halde olabilmekte, bazı travmaların etkisinde kalabilmekte, acılı, üzüntülü ve kederli olarak kuytusunda varlığını sürdürmeye devam edebilmektedir. Bazen suçluluk, bazen, korku, bazen endişe içinde olabilmekte, ya da sürekli böyle yaşayabilmektedir. Bazen de Temel Güven Duygusunu hiç tatmadan titrek bir durumda olabilmektedir. O bizden ayrı olmadığı gibi kim olduğumuzun tam merkezidir. Kendimizin nüvesi gibidir. Onun korkuları gizli de olsa açık ta olsa yaşayan ve görünen bize yansır. Bunu dikkate alıp onun bu korkularını yenmesini sağladığımızda o da bize içeriden olumsuz sinyaller ve sahte tehlike alarmları göndermemiş olur. Tüm bunların bilinçdışında olduğunu elbette anımsayabiliyoruz…
Bu kendiliği kullanarak, 5. Evrede kendimize bir kimlik oluşturuyoruz. Bunu ergenlik döneminde geçmiş evrelerdeki meseleleri kendi usulümüzce bir sonuca (Kabullenme, oralı olmama, yok sayma, uzlaşma, helalleşme gibi yöntemlerle) bağlayarak yapıyoruz. Bu meseleleri bir sonuca bağlamadan devam ettiysek ‘bitmemiş işler’ olarak depoda (bilinçdışı) kalıyor, sonra da ileriki yaşamımızda acı ve sıkıntı olarak bizi rahatsız ediyor.
Ördüğümüz bu kimliği bir pasta dilimine benzetirsek, her bir dilim belli kategorideki ilişkilerimize tahsis etmemiz gerekiyor. Yani kimliğimizin evlat dilimini ebeveynle, kardeş dilimini kardeşlerle, eş dilimini eşle, arkadaş dilimini arkadaşla, sevgili dilimini sevgiliyle, öğretmen dilimini öğrenciyle, iş dilimini müşteri ile, doktor dilimini hasta ile, hakim dilimini şüpheli ile olan ilişkilerimizde kullanıyoruz. Bazıları yaşamında profesyonel kimlik dilimini esas olarak kabul ediyor, "gerçek ben"i yabana atıyor, o da bunun sonucunda cılız ve güdük kalabiliyor. Bu durumda Sahte Ben devreye giriyor, kariyerini ya da kendisine ebeveyn tarafından dikte edileni 'ben' olarak yorumluyor ve iç çatışma başlıyor. Gerçek Ben duygu ve hisle çalıştığından bu cılızlık duygusal tercihlerde tabiri doğruysa ‘kalıbına uymadı’ dedirtecek sonuçlar ortaya çıkarabiliyor. Buradan, yaşamda esas olarak tutmamız ve geliştirmemiz gerekenin Gerçek Ben olduğu, profesyonel kimlik parçasının ise yalnızca bir tamamlayıcı öge olarak algılanması gerektiğidir.
Benlik Bütünlüğü: Kişinin kendi içinde, kendisine ait hiçbir değeri yok saymadan, ötekileştirmeden, inkâr etmeden, gölgeye atmadan, eksiklikleri ile birlikte kabul ediyor halidir. Kendini olduğu gibi kabul etmekte ancak, farkına vardıkça yeni onarımlar peşine düşmesi gerekebilir. Farkına varmadıysa yapacak bir şey yoktur. İdeal olanı engellenmemiş çocuklarda olduğu gibi içimizdeki bizle dışımızdaki biz in aynı olmasıdır. Ancak yaşadığımız çevreye uyum sağlamak ve toplum içindeki sosyal rollerimiz gereği bazı düzeltmeler yaparak bu maske ile yaşamımıza devam etmek kaçınılmazdır… Bütünlük sağlayabilmemiz için yazılım-donanım uyumluluğu da gözetmemiz gerekebilir. Tıpkı MAC gövde ve kartlarla ile Microsoft yazılımı ve uygulamaları ne sorun çıkaracaksa, içimizdeki biz ile yaşamdaki davranış ve tutumlarımızın farklı gruplara ait olması durumunda aynı derecede sorun çıkacak demektir. Dış görünümümüzün bile içimizdeki bizle uyumlu olması, bir bütünlük sağlayacağı gibi, etrafa kendimizle ilgili doğru mesajlar vereceğinden, beklentileri boşa çıkarmayarak hayal kırıklığı yaratmamış olacağız…
Bölünmüş Ben
Dikey Bölünme: Kişi daha emme safhasındayken, anne ilgilendiği zaman iyi anne, ilgilenmeyi aksattığı zaman kötü anne ayrımına gitmiş ve ilerleyen zamanlarda ‘İyisiyle kötüsüyle anne benim’ deyip bir uzlaşma sağlayamadıysa ‘siyah ve beyaz’, ‘ya hep ya hiç’ grubuna dahil oluyor. Annenin iyi ve kötü yanlarını bir araya getirip elde ettiği gri ile mutlu olmayı becerdiyse normal oluyor. Bu bölünmeyi ergenlikte kimlik örerken kendini sevdiği ve sevmediği yanları olarak ikiye ayırıp, kötü diye düşündüğü yanını yok sayarak ‘Gölge’ dediğimiz yere atıp saklaması eklenirse bu sefer Narsisist, yarım insan ortaya çıkıyor. Bu insanlar daha sonra yaşamda her şeyi ikiye bölüyor ve iyi olanı sahiplenip kötü olanı uya inkar ediyor ya da başkasına satmak için uğraşıyor… Bu insanlar doğal olamayacakları için yaşam da her şeyi mükemmel hale getirmek için çokça çaba harcayacak ve asla başaramayacaktır. Sıklıkla matematik işlemi yapan sol beyinlerini kullanırlar ve empati yapamazlar. Duygu kanalları tıkalıdır. Bunların bir diğer özelliği de herkesi kendi gibi bakmaya zorlamasıdır. Çünkü bilinç dışındaki emelleri tüm evreni kendi kafalarındaki gibi görmeye çalışmaktır…
Yatay Bölünme: Bir başka bölünme şeklide kişinin geçmiş te yaşadığı zaman diliminin olumsuzlukları nedeniyle, yokmuş gibi davranması ve bunun için enerji tüketmesidir. Mesela bir kişinin esir kaldığı 10 yılı hafızasından silmek istemesi gibi. Ya da 20 yaşından önceki tüm yaşamı yok sayması gibi… Yer, kültür ve din değiştiren, ağır travma yaşayan, geçmişinde utanacağı anılar taşıyan insanlar bunlarla nasıl baş edileceğini bilemedikleri için bu yola başvur muş olabilir. O zaman bu insanlarda da ‘iç hikâye’ eksikliği olacak ve kendine bir hikâye uydurmak zorunda kalacaktır. Hikâyesi olmayan insan yarım insandır. Yaralı bereli hikâyesi olması yarım yamalak olmasından iyidir çünkü yaralı bereli olan sonuçta bütündür, diğeri yarımdır…
Parçalanmış Ben:
Kişi birbirinden ayrı özellikteki ortamların her birinde tam uyumlu görünmek adına türlü türlü kimlikler geliştirmiş ve gittiği ortama göre bunlardan birini seçiyor olması muhtemeldir. Bu rol yapmaktan farklı bir şeydir. Bu kimlik parçalarının hiç biri de bir birini tanımıyor olabilir. Kişi de sadece o an seçtiği parçayı bilecek ve diğer parçaları kullanırken ne yaptığını hatırlamayacaktır. Dindarlar arasında çok dindarmış gibi, modernler arasında çok modernmiş gibi davrananları düşünebiliriz. (Taklitten bahsetmiyoruz, kişi hakikaten iki-üç zıt yerde de oraya aitmiş gibi inanarak yapıyor.) Her ortama ayrı kimlik geliştirmek diyebiliriz. Oysa tek olmalı ve biz ortama göre uygun maske kullanırız...
C. Kimliğimiz
Kimlik Dilimlerimiz ve İlişki Ağımız
Şimdiki yaşantımızda kimliğimizi bir daire ile temsil edersek, kime nasıl davranacağımızı belirlemek üzere dilimlere ayrılmıştır ve aralarında yarı geçirgen bir sınır vardır. Bu sınırlar asla beton duvarlar değildir, geçirgen tülbent gibidir ki aradan bakıp görebilelim, kimi hangi alanda kabul edeceğimize biz karar veririz. Zorla uygun olmayan alana girmek isteyenlere karşı tedbirlerimizi yine biz belirleriz, zaman zaman kapatıp açabiliriz.
Şekil-1, Kendilik, Kimlik, İlişkilerimiz ve Sınırlarımız.
(- - -) Yarı geçirgen sınırlar: Yarı geçirgen olması esnek olmayı ve aradan bakabilmeyi anlatıyor. Bu çizgilerden herhangi bir yeri düz çizgi çizersek, katı sınır çizmiş oluruz, ilişki kesik demektir. Kimlik dairemizin içinde herhangi bir yere düz çizgi çizersek, kendimizi bölmüşüz demektir. Hiç çizgi yoksa kayıp oluruz, gelen geçen hanı olur. Gözenek genişliğini herkes kendisi belirler… Ölçü ‘Zarar görmeyecek kadar kapalı, yakınlık kuracak kadar geçirgen’ olarak tanımlanabilir…
Kimlik Kargaşası
Yukarıdaki şema ideal olanı ancak gerçek yaşamda bazılarımız, eksik ve yanlış algı nedeniyle eş dilimini anneyle ya da babayla (mecaz olarak), sevgili dilimini müşteriyle, arkadaş dilimini kardeşle, kardeş dilimini arkadaşla olan ilişkide kullanıyor olabilecektir. Burada dikkat edilmesi gereke şudur: Eğer kişi bu durumdaysa, hem kendisini hem de karşısındakini zora sokuyor olacaktır. Ancak bu bilinç dışındadır ve kişi fark etmez. Kocası olmadığı, ya da olanı kabullenemediği için kızına ya da oğluna yaslanarak onu mecazi olarak kocalaştırmak, baba açlığı çektiği için patronunu güç ve koruyucu baba şablonu altında sevgilileştirmek. Anne açlığı çektiği için bebekliğindeki anne tasvirine uygun bir yüze karşı fantezi dünyasında çocuksu bir aşk hissetmek ve o kişiyi sevgili görüntüsü altında anneleştirmek, örnekler arasında sayılabilir ve örnek artırılabilir. Anneleştirme örneğinde tuhaf şekilde kadın erkeği babalaştırabildiği gibi anneleştirebilir de. Çünkü dört değer devrededir, bağlanmak, korunmak, sevgi duymak ve haz almak (Gratification). Bebeklikteki süt emme hazzı yetişkinlikte cinsellik olarak yer değiştirir… Tersini erkek için de düşünebiliriz… Bunları yaşamamak için anneyi babayı, kardeşi, arkadaşı, iş arkadaşını, patronu, müşteriyi, öğrenciyi, hastayı ayrı ayrı kimlik dilimleri ile karşılamak ve birbirine karıştırmamak, yani sınırlar oluşturmak gereklidir. Başlangıç için iş ve özel telefon ayrımı yapıp, birini diğerine karıştırmamak iyi bir seçim olabilir ki sapla saman birbirine karışmasın. En azından insanın özel ve tüzel yanları arasına görünen bir sınır çizilmiş olur ve hatırlatıcı olarak görev yapar… (Anahtar sözcük: ‘Sınırlar’, Townsend ve Cloud).
Gerçek Yaşam: Gerçek yaşamda durum her zaman böyle olmayabiliyor:
Ciddi terslik: Ensest bir ilişkide algı bozulmuş, sınır koyamama nedeniyle hatlar karışmış olabilmektedir...
Orta terslik: Eş bilinç dışında mecaz olarak ebeveyn gibi algılanıyorsa yine sorunumuz vardır.
Hafif terslik: Arkadaş ya da eş patron olmuşsa türlü sorunlar bizi bekliyor olacaktır.
Bu tür ters eşleme yaşayanlar duygularını yerli yerinde yaşayamayacaktır. Enerjisini kurguladığı ve yaşadığı biçimi korumak için harcayacak gerçek doyumu hissedemeyecek ve belki de hep bir arayış içinde olacaktır. Örnek sanal âlem aşkları… Örnek ‘tanımlayamadığı birini aramak’. Bu arada türlü psikolojik ve psikosomatik şikâyetler taşıyor olabilecektir…
Bireysel Kimlik-Grup Kimliği
Gerçek Ben esas alınarak kendimizi tanımlarız. Erikson’un ifadesi ile kim olduğumuz hakkında kesin bir kanaat ediniriz. Bir kere bu kanaat yoksa hep bocalayacağız demektir. Var olduğunu kabul edelim. Yine Erikson’a göre ruh sağlığı için kendinizi bir grubun üyesi olarak görmek ve hissetmek zorundasınız. Burada aidiyet duygusu ortaya çıkıyor, bu duygunun tatmin edilmesi gerekiyor. Aidiyet duygusunun öğrenildiği yer aile. Burada hissedememişseniz ileride de benzer sorun sizi bekliyor olabilir. Bu grup, bir parti olabilir, bir spor camiası olabilir, bir dernek olabilir, ya da adı konmamış ama varlığı his yoluyla bilinen gruplar olabilir.
Siz bunlardan birine temel değerlerinize uygunluğu için ya da sadece sempati beslediğiniz için girmek isteyebilirsiniz. Diyelim ki bir partiyi seçtiniz ve grubun ortak anlayışına uygun değerleri, davranış ve tutumları içselleştirmeye başladınız. (Aksi taktirde kabul göremezsiniz.) Bu size bir tamamlanmışlık hissi verecektir. Buraya kadar her şey normal, ancak zurnanın zırt dediği bir yer var: Eğer bir gruba dahil olurken ya da sonrasında, gerçek kendiliğinizden (gerçek ben) vaz geçer de grup kimliğinizi kendilik gibi algılamaya başlarsanız, kendinizi inkar etmiş olursunuz ve ortaya şunlar çıkar: Bağımlı olursunuz, istismar edilebilirsiniz, grupta öğrendiklerinizle kök inançlarınızın çatışmasından dolayı iç savaş yaşayacaksınız demektir. Ayrıca gerçek ben terk edilmişlikten dolayı sizi rahatsız edecektir. Bu tuzağa düşmüş kişileri toplumda fanatikler olarak görebiliriz. FB, GS ya da BJK yenildiğinde tüm çevresini rahatsız edenler gibi diyelim. Çünkü grup kimliği ile gerçek ben ayırt edemediğinden tüm olumsuzluğu kendi benliğinde hissetmektedir. Bu ayrımı yapabilseydi, bunlar olmayacaktı...
Diğer yandan kim olduğu hakkında kesin bir kanaati olmayanlar ve bir gruba aidiyet hissedemeyenler, terör örgütleri ile gizli suç örgütlerinin arayıp ta bulamadığı adaylardır. Bu iki boşluğu, son derece yetenekli örgüt liderleri duygusal olarak etkileyerek her maksat için kullanılabilir hale getirmektedirler. Toplumuzda yakın zamanda örneğini yaşadığımız olaylara, ‘Nasıl oluyor da lidere tapabiliyorlar’ sorusuna bu iki faktörü düşünerek yeni bir kavrayış getirebiliriz. Bunlardan kaçınmak için gerçek kendiliğimize sahip çıkıp, grup kimliğimiz arasında geçirgen bir sınır koyup, grup değerlerine uymakla birlikte, içimizdeki o nüvenin gerçek sahibi olarak kalmalıyız. Öz değerlerimiz ile grup değerlerimiz birbiri ile ne kadar örtüşük olursa o derece istikrar ve iç bütünlüğü sağlamış olacağız…
Grup değerleri ile kimlik değerlerimiz birbiri ile az çok uyumlu olmalıdır. İdeal tamlık olamaz. Tam olduğunu iddia ediyorsak ikisi aynı olacak demektir, bu bizi ikili ve duygusal ilişkilerde sıkıntıya sokabilir... Partnerinizin sadece bir spor klübü fanatiği (Grup kimliği) olabilmiş biri ile birlikte olmaktan hoşlanacağını zannetmiyorum...
D. Duygularımız
Bazı Duygularımız: Sevgi, korku, heyecan, kıskançlık, haset, kızgınlık, öfke, gurur, coşku, takdir, aşağılanma korkusu, aşağı konumda hissetme, yüksek görme, rahatlama, huzursuzluk, mutluluk, yalnızlık, utanç, aidiyet, aidiyetsizlik, suçluluk, huzursuzluk, zevk, kınama, heves, mahcupluk, haset, övünç, kınama, yetersizlik, yeterlilik, tatmin, tatminsizlik, zindelik, bitkinlik, zafer, yenilgi, neşe, üzüntü, pişmanlık, nefret bunlardan bazılarıdır. Görüldüğü gibi bunların bazıları olumlu bazıları olumsuz duygulardır. Bunları biz önceki yaşam evrelerinde kendimiz geliştirdik ve toplamda hangisinin sayısı ve şiddeti fazlaysa ona göre pozitif veya negatif kişilik yapısına sahip olmuş oluyoruz... Herşeyden nefret edenler ve herşeyi çok beğenenler ik ayrı aşırı uçlardır...
Şartlı Duyguları Değiştirmek
Sizin deponuzdaki yerleşik duyguları bir liste yapıp her birine -10 ve + 10 arasında bir not verip sonra bunları alt alta yazıp toplarsanız kendinizin genel olarak pozitif mi negatif mi olduğunuzu anlamış olursunuz. Ortaya çıkan bu enerjiyi görünmez bir bulut gibi vücudunuza sarıp öyle yaşadığınızı düşünün. Etrafımızdaki insanlar bu enerjiyi kendi duyuları ile alacaklar ve sizi taşıdığınız enerji ile sınıflayacaklardır. Çünkü biz bu enerjiyi yayarız. Köpekler bu yüzden bazılarına saldırır bazılarını es geçer. Korku enerjisini yayan kişi doğrudan köpeğin hedefi olacaktır. Korku enerjisi yaymayan ise sessizce yürüyüp gidecektir. (Not: Bu tez buldok, köpek balıkları, timsah ve yırtıcı hayvanlar için geçersizdir). Köpek te zaten tehlike algısı oluştuğu için havlamaktadır, siz tehdit olmadığınızı ona sakin duruşunuzla ispat edebilirsiniz. (Herkes koltuğa yapıştığı halde türbülanstaki hostesin sakin duruşu, ya da oralı olmama hali diyebiliriz). Bu duruşu çalıştıkça beynimize yeni bir davranış şekli kazandırmış oluruz…
Nasıl oluyor da ‘korkmayacağım dediğiniz halde her seferinde korkuyorsunuz?
Beyin Tarlasında Yeni İz Açmak: Ormanda bir kulübede yaşadığınızı düşünün, yakınlarınızda bir nehir var ve siz su ihtiyacınız olduğunda, kovayı alıp daha önce annenizin size öğrettiği bir patikadan yürüyerek nehre gidiyor ve su alıp aynı yolu tekrar geliyorsunuz. Fakat Bu patika size öğretilen iyi bir patika da olsa, yol boyunca bulunan otların bacağınıza değip sizi uzun süre hasta ediyor olsun ama mecbursunuz su almaya, çünkü onsuz olmaz. Suyun hatırına o olumsuzluğa katlanarak artık bunu normalleştirirsiniz ve ağrılara rağmen bunu yaparsınız. Hatta su deyince ayaklarınız otomatik olarak o olumsuz patikaya yürür, sizin bunu düşünmeniz gerekmez. Bir ara duyarsınız ki, ters tarafta başka bir nehir vardır, komşu köyden bazıları oradan su almaktadır ve o bölgede otlar zarar vermiyordur. Ama sizin o bölgeye çıkan bir patikanız olmadığından sizi pek cezbetmez çünkü taşlı, dikenli ham bir güzergâhtan yürüyeceksiniz ve bu oldukça zahmetli bir iştir. Patika yapmak için de o güzergâhtan defalarca geçmeniz ve tekrarlamanız gerekecektir...
Şimdi bu alternatifi öğrendiyseniz iki seçeneğiniz var:
1. Kim uğraşacak bu zahmetle deyip alıştığınız patikaya devam etmek. (Korkmaya devam etmek)
2. Bir başlangıç yapıp kendinize taşlı tarlada güzergâh belirleyip tarladaki izinizle yeni bir patika oluşturmak… (Yeni bir duygu durumu oluşturmak)
Birinciyi seçerseniz mevcut durumunuz devam eder, ikinciyi seçerseniz, durumunuzu değiştirmiş olursunuz… Beyin de aynen böyle çalışıyor, hiçbir şey yapmazsanız size annenizin yüklediği ya da kendi edindiğiniz duygulara uygun olarak salgı yapıyor ve suyun yatağını derinleştirmesi gibi bir alışkanlık yapıyor. Bazıları için bunlar çoğunlukla olumsuz duyguların yol açtığı o acı veren salgılar oluyor. Aynen köpek tehdidinde beynin hep aynı reaksiyonu göstermesi gibi… Beynin bu otomatik eylemini değiştirmek için köpekten korkma eğiliminizi köpekle sık sık karşılaşıp, (gerekirse destek alarak) korku reaksiyonundan ‘oralı olmama’ duruşuna (hostes duruşu) geçmeniz gerekiyor. Bunu tekrar ettikçe beyin isimli tarlada yeni bir patika açılacak ve artık o olay karşısında beyin bu yeni konforlu kanalı kullanmaya başlayacaktır. Ancak defalarca egzersiz yapmak gerekecektir…
Örnek Bir Egzersiz: (Beyinde Yeni İz Açmak)
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEht3vI0mcayIZtCFJv2tuFE_YBKUbHZG62oddFg_nJXuR9S7KBywHhMYUXr0BpvPq7LsqH1moOts9NRxnwiGIR_IMwsqNKxF9dJ6FYbQCUYfmoo630bO71sEp-qbWRAWK7hwJHavMnLfjw/s320/Brain+Ex.jpg)
İki işaret parmağınızı göğüs hizasında birbirini gösteriyor pozisyonunda tutun, sonra dairesel hareketlerle birini size doğru, diğerini sizden dışa doğru eş zamanlı halkalar yapmayı deneyin…
Muhtemelen yapamayacaksınız ve her ikisi de aynı yöne dönmeye çalışacak. Çünkü beyin alıştığı şeyi tekrarlayacaktır. Ancak, bunu başarmak mümkün… Hayalinizde iki parmağınız için birer metal çember olduğunu canlandırın ve parmaklarınızı bu çembere sürterek döndürdüğünüzü varsayın ve çok yavaş hareket ederek parmaklarla birbirine ters yönde halkalar çizin. Bu egzersizi tekrarladıkça, zaman içerisinde istenilen hareketi hızlı bir biçimde yaptığınızı göreceksiniz.
Buradan anlayacağımız şu: bazı tehditler karşısında hep aynı şartlı refleksi gösteren beynimizi eğitmemiz ve başka kanalları kullanmasını sağlamamız mümkündür… Bu yeni yeteneği başarıyorsanız, başka yeni duygusal yetenekler de kazanabilirsiniz, ama çaba ve sabır gerekir...
E. İç Dengemiz
İki Aşırı Uç: İç Eleştirici ve İç Pasiflik:
İçimizdeki bu iki kutuptan hangisine yapışıp kaldıysak o şekilde bir yaşam sürüyoruzdur. Birincisinde kendimize eziyet ediyor, ikincisinde yeteneklerimizi kullanmıyoruz demektir. Orta yerde durup her ikisini de görüp teslim olmadan yaşamak durumundayız...
İçimizde bir hikâye ve bir de sürekli bir diyalog vardır. Bu hikâye yaşamınızın tamamı olmalı, olumsuz dönemler yası tutulmuş bir uzlaşı içinde içerimizde bütün olarak durmalı, parçalanmamalıdır. Zaman ve mekân olarak ta ‘Şimdi ve Burada’ yı tercih etmeliyiz. Yine de içimizdeki eleştirel yanımız bizi zaman zaman acımasızca ve zalimce eleştirebilir. Eksik ve yanlışlıklarımız için çok şiddetli bir suçlama ve aşağılamaya geçebilir, hafif te eleştirebilir. Nasıl yetiştiğimize bağlıdır. Ancak iç diyalogda bu eleştirel yan canavara dönüşür ve zalimleşirse, hayatımızı karartabilir. Buradan kaçayım derken içimizdeki pasif alana büzüşürsek bu seferde yaşama hevesimizi kaybedebiliriz. Öyleyse ortada nötr noktada durmayı başarmak zorundayız. İç eleştiriciye irademizle karşı koyamayız ancak onu dikkate almamayı ve oralı olmamayı başarabiliriz. İç pasiflik alanına kaymama konusunda ise ‘teslim olmama’ şeklinde bir çaba ortaya koyabiliriz. Hatta bazen bu pasiflik ve kabullenme alanı geçici olarak işimize yarayabilir. Ancak orada kamp kurmamalıyız. Yapacağımız zihin egzersizlerinde, eleştirel yanımızı ciddiye almayı, evde otururken asfalttan gelen lastik sesine odaklanıp kendimizi huzursuz etmeye, oralı olmama çabasını ise lastik sesini umursamamaya benzetebiliriz. Bu şekilde suçlayıcı ve aşağılayıcı yanımızla, pasif yanımızın ortasında bir genel nötr duruş becerisi kazanmış olabiliriz. (Türbülanstaki hostes duruşu gibi)…
Eksik ve hatalı bölümlerimizle yaşıyor olabiliriz. Ancak mükemmel insan yoktur. Önemli olan kendimize ait artı ve eksi duyguları alt alta yazıp karşılarına bir not yazdığımızda toplam enerjimizin olumlu mu olumsuz mu olduğunu görebiliriz. Bu durumda ne yapmak istediğimiz bize bağlıdır. Sürekli negatif ortamları içselleştirmenin enerjimizi olumsuza çevirebileceği mümkün olduğu gibi tersi de mümkündür. Sürekli Pollyanna oynamanın ise bizi tehlikelerden koruyamayan bir bölünmüş kişiliğin pasif yanı olacağını varsayarsak bu da doğru değildir. Öyleyse iyi ve kötü yanlarımızı olduğu gibi kabul eder kendi inanç değerlerimize göre yargılarsak onay arama zahmetinden de kurtulmuş oluruz. Salt iyilik salt kötülük diye bir şey yoktur, herkes gri renklidir, kimi koyu kimi açık, önemli olan iç bütünlüktür, yani inandığımızı yapmak inanmadığımızı yapmamak, ama toplumla uyumlu olarak. Bu Grinin tonunu istediğimiz gibi ayarlayabiliriz…
Özetle: İç eleştiriye ya da iç pasifliğe yapışmadan her ikisini de görüp ortada bir pozisyon almak kendimize daha rasyonel davranmamızı sağlayacaktır…
Bazı notlar: "Ben" (self) anne (ya da anne yerine geçen biri) ile temellenir ama onu biz inşa ederiz sorumlu biziz, rol modeli birebir kopyalayamayız ama ilham alırız, rol model taklit etmek duygusal intihardır, "ben" i ilgisiz bırakmak bizim sorunumuz olur, ben inşa ederken engellenmişlik büyük öfkelere yol açar, öfkelerimizle mutlaka ilgilenmeliyiz rol kesip yok farzeder ve üstünü örtersek istenmeyen zamanlarda hortlayabilir, sürekli bir iç boşluğu hissediyorsak nedeni "bakımsız ben" olabilir, fazla müdahale edilen kişiler ben oluşturma işinden vazgeçme riski taşır, süper insan diye bir şey yoktur, hep pozitif kalınamaz, yas tutmak bizi daha sonraki arızalardan korur, istediğin kişi olabilirsin ama bulunduğun toplumla uyumlu olmak dengenin diğer ucudur, bir grubun üyesi olmadan (millet olmak gibi) ruh sağlığı olamaz, ortak duygu, kader paylaşımı iyi bir bağdır, bireyselleşmek toplumla bütünleşik olmazsa bunalım getirebilir, tekilleşmek köleliğe hazır olmaktır, ne zaman ne yapman gerektiğini kolayca öngörüp tereddütsüz davranma ve onay imkanı sağladığından dolayı bilinen kurallara uyarak yaşayanların daha az stres ve sorun yaşadığı bir gerçektir, toplumla restleşip inatla burnu dikine gitmek sosyopatlık getirebilir, aşırı inatlık ters kimlik (cinsiyet dahil) sonucu doğurabilir, sadece pozitif enerji ile yüklenip etrafa ışık saçmaya çalışmak ama içimizdeki "ben" ile ilgilenmemek bizi sadece başkalarına yarayan bir sokak lambası durumuna sürükleyebilir, bu enerjiyi öncelikle kendimiz için kullanabiliriz...
[1] Heinz Kohut: Self Psychology, Mahler: Ayrışma Teorisi, Erik Erikson: Identity and the Life Ccycle, Townsend & Cloud: Sınırlar ve Anne Faktörü, Peter Michealson: ‘Why We Suffer’ yazılarında geçen kavramlardan sadece toplumsal farkındalık maksadıyla türetilmiştir. Bu bilgilerle kendi kendine teşhis konulamaz, bu maksatla eğitilmiş olan uzmanlara başvurulması gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder